The Cure etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
The Cure etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
0 com

Ychorus Volume 4: THE CURE saygı gecesi!





Bu, 35. yılını çoktan deviren, karanlıklar prensi THE CURE olayına dair; kabararak eğilip, büzülmemizin gecesidir. Geceyi, yorumlarıyla canlandıracak olan kabarık saçlı prensler, bu olay uğruna, atları üzerinde çok yoğrulup, çok yoruldular. 

35 Senede bir olabilecek olan bu buluşmaya gelirken, kara prensler kırmızı rujlarını, kara prensesler ise her yerlerini boyamadan gelmesinler ki; buluşmamızın bir anlamı ve bir anısı olsun! Sakının ve gelin! Daha çoklu güzelleşeceğiz...






Dijeys: Organize Sesler & Ychorus



Salon (ayakta) 150 kişi ile sınırlıdır.
Giriş ücretine herhangi bir promosyon dahil değildir.
18 yaş sınırı vardır.
Ayrıntılı bilgi için info@kargart.org adresine ileti atınız.







0 com

The Cure - Close to Me (1985)




" Günlerdir tedirgin tartışmaların vazgeçilmez konusu olan operasyon artık kapıdaydı. Son bir haftadır hiç kimse üstünü değiştirmiyor, günlük giysileriyle yatıp kalkıyordu.
Askerler gece yarısı cezaevini kuşatıp çoktan en önemli yerleri kontrol altına alarak ‘’Teslim Olun’’ çağrısını yapmaya başlamıştı. Devlet cezaevinin sahibinin kendisi olduğunu unutmuştu. Kendi cezaevinde çoktan teslim aldığı ve teslim aldığı içinde korumakla yükümlü olduğu tutsaklara ‘’teslim olun’’ diyerek, daha baştan mizahi bir hukuksuzluğu ilan etmişti. Mutlaka bu anonsu yaparken kazaen teslim olunmaması için dua etmişlerdi. Çünkü bütün plan büyük bir çatışma ve bu çatışmanın gölgesine gizlenmiş imha listesine dayanıyor olmalıydı. Böyle de oldu…
Askerler çoktan hazırdılar. Uzaktan sadece o otoriter gizemli komut sesi duyuluyordu. Devletin bekası için teslim ve pişman olmaya çağıran ses… Ses, karşısındaki savunmasız hasımlarına ‘’öleceksiniz’’ diyordu.
Bütün dünyada benzeri sadece tuzak olarak adlandırılan bir gizli işaretiyle maltadaki silahsız tutuklu ve hükümlülere yağmur gibi kurşun yağmaya başladı. Kimi bulacağını bilmeyen, rastladığında çılgınca biçip geçen kuşunlar adressizdi. Her vurulan yere yığılıyordu. İnsan hedefini ıskalayan kurşunlar ise demir kapılara çarparak kıvılcımlar çıkarıyor, duvara saplananlar bile bir parça koparmadan durmuyordu.
Tarihin ilk bilinen gününden bu yana bilindiği üzere, dünyayı değiştirmek isteyenlerin kanları zeminde henüz pıhtılaşmamıştı.
Televizyondan Sağmalcılar Cezaevi’nin operasyon sonrası görüntüleri izleniyor. Dumanlar yükseliyor, öldürülen mahkûmların isim tespitleri yapılmış, liste yayınlanıyor. Ringden yanmış bir kadın mahkûm indiriliyor, mahkûm bağırıyor ‘’Diri diri yaktılar’’
Devrim savaşçılarının acıları telaşlı gürültüler içinde duyulmaz. Acı, sıradan hayatlara talip olanlarda abartılarak başkalarının şefkatine teslim edilir, bizde tam tersidir. Dünyayı değiştirmek isteyenler için acıyı gizleyerek dayandığını göstermek, dünyayı değiştirme terbiyesinin en sıkı malzemesidir.
Büyük gürültü… Büyük alt üst oluşun geride bıraktığı toz bulutu ve yıkıntı. Yıkılan cezaevi duvarlarının içindeki yıkılmış, yakılmış tutsaklar, kimsenin umurunda olmadığı etten yıkıntılardı.
Ülkenin bir sorunu daha başarıyla çözümlenmişti yüz akıyla. Bir daha sonsuza kadar unutulacaktı her şey. Yapılanlar ise yapanların yanına parfüm üretmek için canlı hayvan kullanan vahşi kimyacılar gibi büyük bir deneyim olarak kalacaktı…
Konferans salonunun tavanları deliniyor. Salonun tepesinden kocaman şekilsiz beton kalıpları kalabalığın arasına düşüyor. Ne beton kalıplar bizi umursuyor artık, ne biz onları. Günlerdir delinmekten betonlar yorgun, günlerdir onların delinmesini dinlemekten biz yorgunuz…
Tek yorulmayan son koğuştaki televizyon. Hala bağırıyor sunucu, enerjisinden tek gram eksilmemiş. Bütün cezaevleri tahliye edilmiş, devletimiz işgal bölgelerini ele geçirmiş, düşmanlar çatışmalarda ölü olarak ele geçirilmiş ama hepsine haddi bildirilmiş. Ele geçirilenler bilinmeyen akıbetlerine teslim edilmiş. Küçümen bir pürüz var. Son cezaevi, onun da eli kulağında. Adı Ümraniye. Battı batacak, yandı yanacak, haddi bildirildi, bildirilecek…
Birkaç dakika içinde yeni bir ses duyuluyor. Az önceki betonlara duyarsız yorgunluklarımız kaçıyor üstümüzden. Gaz sızıntısı giderek yükselerek üstümüze akıyor. Koğuş aniden yanmaya başlıyor. O yandıkça tavanında açılmış kocaman oyuklardan gaz bombaları bir havai fişek arsızlığında birbiri ardı sıra patlamaya başlıyor…
Ara koridorların kanlı zeminleri, cezaevinin yangından simsiyah olan duvarları, yaralı çığlıkları, dışarıdan belirli belirsiz duyulan ambulans sesi, polis, itfaiye sirenleri, annelerimizin, babalarımızın, kardeşlerimizin dövünmeleri, gözyaşları, her şey ama her şey yolculuğa eşlik ediyordu.
Sağdan soldan bulunan tek tük sigaralar yoldaş hakkı denilerek yarım yarım, fırt fırt paylaşılıyor ve sessizliğe derin derin üfleniyordu.

Yeni bir cayırtı sessizliği son kez deldi.

Askerler cezaevini yakıyorlardı. Ellerindeki alev püskürten makineler bilim kurgu filmlerindeki ejderhalar gibi üstümüze üstümüze geliyordu. Dumandan göz gözü görmüyor, genizlerimize, ciğerlerimize ejderhanın gizli gazı doluyordu. Aynı anda bir süredir delinen tavan çöktü. Temiz hava için pencerelere başını uzatanları keskin nişancılar tek atışla vazgeçiriyorlardı. İstenen, gazdan zehirlenerek etkisiz hale getirmekti. Ölerek etkisiz, bayılarak etkisiz, sakat kalarak etkisiz, fark etmezdi. Hedef etkisizleştirmekti.
‘’Teslim olun direnmeniz faydasız, söz veriyoruz kimseye bir şey olmayacak, bizimle konuşun, daha fazla insanın canı yanmasın.’’
Bu ilk anonstu insanları bağışlamaya çağıran. Anonsu yaparken bu titiz çalışmada unuttukları bir küçük ayrıntı vardı, bu anonsu gereksizleştirmişti. Her şeyi yaptıktan sonra hiçbir şey yapmama sözü veriliyordu. Yapacak bir şey kalmadığına göre bu söz içerdekilere değil, dışarıdakilere veriliyor olmalıydı.
Dudaklar ateşten ve dumandan kavrulmuştu. Gecenin bir saatinde cezaevi mikrofonlarından işkence çığlıkları dinletilmeye başlandı. Cezaevine girme süreleri çok uzun yılları alanlar için bile, çok taze, çok tanıdıktı bu sesler.
Gaz bombaları, delinen her yerden aynı anda yağmaya başladı. Göz gözü görmüyordu. Çığlıklar kendisine saklanacak bir yer arıyordu ama yoktu. Holocaust’un ne demek olduğunu ancak kimliği gizli gazla tanıştığınızda anlayabilirsiniz. Yeryüzünün hiçbir sözcüğü o kâbusu aktaramaz. Korunma içinde, sanal bir dehşetle izlediğiniz filmler size gerçeği asla yansıtmaz. Sanal olanın tehlikesizliği gerçek olanın dehşetini eğlenceye dönüştürerek sizi güvende kılar. Gerçek ise ‘’keşke sanal olsa’’ diye yalvardığınız bir kâbustur. Tüm vücutlar kasılıyordu. Aklımızı, bedenimizi hiçbir şeyi kontrol edemiyorduk. Gaz sadece nefes yoluyla etkisini göstermiyordu. Binlerce aynı zamanda olan zehirli yılan ısırığı gibi derilerimizden işliyordu. Bedenlerimizin yandığını kavrulduğunu sanıyorduk. Yerlerde çırpınanlar, duvarları yumruklayanlar, üst üste yığılıp kalanlar… Demek Holocaust buydu. Çırpınarak kendi sefaletlerinin farkına varmayarak sadece böyle hayvanlar gibi öldürülüyorlardı…
Hepimizi ayağa kaldırıp götürmeye başladılar. Cezaevinin dışına sıraya sokulmuş ringler artık bizi bekliyordu. Sırayla ringlere bindirilmeye başladık. Dövebilme imkânının tek bir saniyesini kaçırmak istemeyen erlerin, tatmine bir türlü ulaşmayan küfür ve tekmeleri ile arabaların içine boş çuvallar gibi atıldık. İçerde bekleyen askerler taze kuvvetti. Onlar daha şöyle bir ağız tadı ile kimseyi dövememişlerdi. Her yeni bindirileni hızı yeni alınan coplarla dövüyorlardı. Her araca on beş- on yedi arası mahkûm bindirildiğine göre, her yeni gelenle yeni bir dayak turu yapıldığına göre, biz on yedi kere, diğer arkadaşlarda bu sayıya yakın yeniden dövülmüş olmalıydı. Sonunda ring hareket etti… Nereye götürüldüğümüzü bilmiyorduk…
Biz o an zamanın kanayan kıyısındaydık…
Uzun bir yolculuktu… Dövülme darbeleri ile daha da sıkılaşıp bileklerimizi morluktan sulu yaraya çevirmiş kelepçelerin sızısı bir yana, asıl susuzluk ve tuvalet ihtiyacı sevkimizi kâbusa çevirmişti. Susuzluğa dayanamayan biri, ringin kafes penceresine yapışmış camın ardındaki su yüzeyini yalıyordu. Yataklıktan gelme en yaşlımız tuvalete gitmek için yalvarıyordu. Ringin içine yapacaktı ama elleri arkadan kelepçeli olduğundan yapamıyordu… Ağlıyordu…
Çaresiz bir yaşlının ağlayışı çaresiz bir bebeğin ağlayışından çok farklıydı. Çaresiz bebekler ağlarken sevinçle isteği yapılırken, çaresiz yaşlı ağlayışında insan kendi onurunun nasıl bir bilgisayar yanlışlığı gibi tek tuşla yok edildiğini görüyordu. Çok utanacaktı ama hayatı boyunca unutmayacaktı… Tuvaletini kader arkadaşları ve çocuğu yaşındaki askerlerin yanında altına yapmış olacaktı…
F tipi cezaevinin kapısı insanla beslenen bir canavara benziyordu. Sürekli içeri birilerini götürüyorlar, ama içerden kimse çıkmıyordu… Gece yarısı ringden ilk inen, insanla beslenen canavar kapıya götürüldü. Ringin içerisine ise iri yarı bir asker girip en çelimsiz mahkûmun sırtına oturup sallanmaya başladı. Zikir meftunu gibi bir ileri, bir geri sallanırken, yaptığının ne anlama geldiğini herkesin anlaması için garip hırıltılar çıkarıyordu. Mahkûm, üstündeki azgın köylünün iğrenç ağırlığından iki büklüm inleyerek yere kapaklandı. Komutanın bağırtılar üstüne ringi teftişe gelmesi ile azgın köylü bir anda itaatkâr bir kul olarak hizaya girdi. Genç arkadaşımız bir daha başını kaldırıp kimsenin yüzüne bakamamıştı. Ringden inerken son fısıltısı duyuldu. ‘’Keşke ölseydim’’ Bilmiyordu ama ölecekti… Çok kısa bir zaman sonra ölüm orucu henüz dalya dediğinde ölecekti…

Muhabere şimdilik bitmişti… "



19 Aralık 2010 / Akın Olgun / BirGün





Limit Doldu / "limit has been reached"


Limited Download / Limitfelan: 45
0 com

The Cure



Blogger nadirde olsa saçmalıyor.. "The Cure" başlığını ne yazık ki kökten silmiş ve geri getiremiyorum.. Tekrardan ekliyorum linkleri. Elinizi çabuk tutun ki bir daha silinebilir kendi kendine.. Eklemeyide pek düşünmüyorum bir daha..
1992 yılından çıkan Single olayları..



( A Letter To Elise /1992 / Single)

A Letter to Elise
A Letter to Elise (Blue Mix)
The Big Hand
A Foolish Arrangement







(Friday I'm In Love / 1992)


"Friday I'm in Love"
"Halo"
"Scared As You"
"Friday I'm in Love" (Strangelove Remix)




(High / 1992 / Single)


"High"
"This Twilight Garden"
"Play"
"High" (Higher Remix)


4 com

Pictures of You - The Cure

Sanırım bir günah işlemiş olmalıyım, büyük bir günah. Garibanın birine kötülük mü yaptım acaba? Belki de dedikodu yapmışımdır ya da biriyle istemeden şaka yapayım derken alay etmişimdir. Yoksa harama el mi sürdüm? Emin değilim ama kesin böyle bir şey var, yoksa bu yaşadıklarımı nasıl haketmiş olabilirim?

Aslında hayatımız belli başlı yol ayrımlarında verdiğimiz kararlar sonucu yönleniyor. Eskişehir yerine Adana’ dan gelen teklifi kabul etseydim hayatım eminim çok farklı olacaktı. Genciyle yetişkiniyle, öğrencisiyle abisiyle, gerçek dostuyla satıcısıyla onca yeni insanı tanımayacaktım o zaman; başkaları olacaktı hayatımda. Derin muhabbetler yaptığım felsefik dostlarım olmayacaktı; ahşap tabureler üzerinde oturup, zamanın herkes için farklı işlediğini tartışamayacaktım büyük ihtimalle. Baştan çıkmış, boğulmuş ve kaybolmuş yeni nesille haşır neşir olmayacak, saçlarını yapıştırıp reggae dışında müzik dinlemeyen birinin yaptığı DJ’ liğe katlanmak zorunda kalmayacaktım. Beni görür görmez bir Smiths şarkısı patlatan o cici sürüngenle de tanışma ihtimalim yoktu Adana’ ya gitseydim. Başka bir hayatım olacaktı, belki de ne insan hayatına ne de doğanın kaynaklarına değer ve önem vermeyen, yol yapacağına silaha yatırım yapan bu eski demir perde ülkesi yerine; gelişmiş, her bir karesine uygarlık eli değmiş, zamanında sömürdüğü afrikalıların sırtından zenginleşip semirmiş bir batı ülkesinde olacaktım bugün. Bu soğuk, doğu ülkesinin bir köyünde, loş ışıkla aydınlatılmış bir odaya tıkılmış, yıllardır dinlemeye doyamadığım müzikleri tekrar ederek ve onları paylaşabileceğim güzel insanlara tekrar kavuşacağımı hayal ederek, tavana ya da bilgisayara bakıp durmak dışında bir faaliyete sahip olamadığıma göre kesin bir günah işlemiş olmalıyım, hem de büyük bir günah.

Ama yine de yol aldığım konular da yok değil hani. Yaşanan zorlukların insana bir şeyler kattığını kabul edersek eğer, bir gün Can Yücel gibi güzel şiirler yazabilirim. Pek çok olaya bağımlılık kazandım, etkilenmiyorum kendini kurtarmak adına başkasına saldıran, dost görünen insanların satışlarından, kaygan zeminde hareket etmeye alıştım; “She Comes in the Fall” ile odamda kişisel parti yapmak gibi bir savunma mekanizması geliştirdim. Artık “Pictures of You” dinleyip hüzün ve melankoliye terk etmiyorum benliğimi. Vahşi cinselliğin kabalığından arındım, biliyorum hiç bir zaman “Ladykillers” dan biri olamayacağım ama, daha güçlüyüm. Blur’ ün doksanların başında dediği gibi “There’s no other way” i söylüyorum artık, düşünmek istemiyorum, boşverebiliyorum; Kim Deal’ in slide gitarları eşiliğinde tekrar zıplamayı hayal ederek, Bunuel’ in sürrealist filminden dem vuran, deli dolu Frank Black ile tanışmak istiyorum Morrissey yerine.


Yıllardır değil “Pictures of You” neredeyse hiç The Cure dinlemediğimi farkettim. İtinayla, kıyıdan kıyıdan, farkettirmeden ve kimseyi ürkütmeden onlardan uzaklaşmışım. “This is a Lie” adlı yaralayıcı şarkıyı duymak bile istemiyorum. Onları o muhteşem ritmik baslarıyla, punkvari delilikleriyle, eski Ankara gecelerinde cümle cemaati coşturan “Jumping Somebody Else’s Train” ile, o zıpır saçları ve boyalarıyla, “Why Can’t I Be You“ ve eşsiz klibiyle, “Eskilerden kim kalmış ki” sözünü ispat edercesine duyduğumda kalabalığı ortadan yararak delice dans ettiğim “Love Song” ile, o naif, sevimli “Lovecats” ile, derin klavye tınıları ve üstüste binen gitarları birbirine karıştırmayan parlak kayıtlarıyla güzel müzisyenler olarak saygıyla anmak istiyorum. Evet var hala aramızda yıllardır onları dinleyip ağlayanlar. Ve evet, biliyorum insan ruhuna çok yakın duruyorlar, yaşanmışlıklara şahitlik ediyorlar, canlandırıyorlar, açığa çıkarıyorlar adeta mutsuz ruh halimizi. Yüzümüze vuruyorlar hayal kırıklıklarımızı, kaybetmişliklerimizi. Hatırlatıyorlar özlediklerimizi, çok yakımızdayken uzakta kaldıklarımızı, “doğru kelimeleri bulamadığımız” için birer kaybeden oluşumuzu, hassaslığımızı, duygusal zavallılığımızı. Depresif olmaya meyilli olduğumuzda dinledik onu, sekiz dakika boyunca kendimize acıdık. Gerçekleri bir tokat gibi vurmadı mı yüzümüze? Dumanlara daldık, battaniyelerin altında titredi içimiz, gözlerimiz boşluğa kenetlendi, bir türlü aşamadık bunu, böylece en güzel günlerimiz harcanıp gitti.

O kötülere niye aşık olmuştuk ki sanki, bizim kadar haketmiyorlardı sevilmeyi. Ama bu dünya acımasız, vahşi bir gezegen güzel kardeşlerim. Ne de olsa doğal seleksiyon diye birşey yok mu, yalnızca güçlünün ayakta kaldığı? Avlanan olmak istemiyorsan avlanırsın. Melankolik şarkılar eşliğinde sızlanmak şeklinde tezahür eden psikolojik sapkınlıktan kurtulamazsak eğer, av olmamız kaçınılmaz. Hele bir de kullanılmayan uzuvların güçsüzleşip yok olması kuramı gerçekse külliyen yandık. Uzun süre sevgisiz kalan bünye, bir bakmışsın sonunda tamamen “sevilemez” olup çıkmış.

Siz en iyisi teslim etmeyin ruhunuzu sarsıcı, sert ve gerçekçi melodrama. Onları hakettikleri müzikal değerlere yakışır biçimde, saygıyla kaldırın raflarınıza; içinizi açın romantik pop melodilerine. Hippi ortamlara, yeşile, çayır çimene yönelin ve oralarda geçireceğiniz bulutlu akşamüstlerine, istop ya da ortada sıçan oynamaya, kamp ateşi etrafında toplanmacalara. Hayalleri sadece kurmak yetmiyor artık, bir kısmı gerçeğe dönüşmeli. Ben bunları yapamayacak kadar kısılmışım maalesef dört duvara. Herkese tavsiye ettiğim pastoral sakinlikten çok uzak, çakılmışsam mıh gibi yatağa, ne elimi bardağa ne de gövdemi açık havaya götürecek enerjim yoksa, bu eziyeti çekmeye mahkum edilmişsem – geçici de olsa – sabrımın sınırları deneniyorsa eğer, mutlaka bir günah işlemiş olmalıyım, hem de çok büyük bir günah.
0 com

The Cure / Taking Off



The Cure / Taking Off

Lost
Labyrinth
Before Three
The End Of The World
Anniversary
Us Or Them
Alt.end
(I Don't Know What's Going) On
Taking Off
Never
The Promise

1 com

The Cure - 10.10.1980 Bremen Stadthalle Germany


1 com

The Cure - Bloodflowers


"Out of This World"
"Watching Me Fall"
"Where the Birds Always Sing"
"Maybe Someday"
"The Last Day of Summer"
"There Is No If..."
"The Loudest Sound"
"39"
"Bloodflowers"

Download Mediafire: The Cure -Bloodflowers 2000

.

.

Öpücük