09 Kasım 2020

Gürsel Korat-Unutkan Ayna



Gürsel Korat-Unutkan Ayna

Geciktiren aynalardan Borges söz etmişti. Ben unutkan aynalardan söz edeceğim. Öyle bir unutuş ki, her şey gözümüzün önüne gelecek. Ben öyle yapacağım öykümü. Gerçi "yaptım" demem daha doğru artık.

Önce sözleri yazdım, yazdığım sözleri söyledim, sonra bir daha yazdım. Zaman geçti, yazdıklarımı beğenmedim, yeniden yazdım. Düşündüm, bir daha yazdım. Bunun bir sonu olduğunu bilsem daha da yazardım. Metni tamamladığımda şunu anladım: Büyüklerimden öğrendiğim dili içimde döndüre döndüre yazıyorum ben. Bir de dinlediğim öyküleri kılcal damarlarına kadar ayırıyorum. Annemin anlattığı şeyleri görsem bu kadar derinden anlatamazdım.

Görmediklerimi, bildiğim yerlerde yazdım. 
Hindistan'da üç yıl esir kampında tutulan, savaş gazisi dedemin lakabı "Delisolak"tır. Onun solak torunu olarak yazdım. Yozgatlı akrabalarımdan, eşten dosttan dinlediklerimi düşündüm, Çandır'ın kuzeyindeki İğdeli'de gördüğüm okul binasının önünde bunları anımsadım, sonra satırla adam kesilen kanlı pınarların başında, söğütlerin dibinde oturdum, öyle yazdım. Develi'de dağları aşarak, Felahiye'de ırmak sularına bakıp coşarak, Erkilet'te Erciyes'e bakıp şaşarak yazdım. Nefes nefese koştum yazdıklarımın peşinden. Anlattıklarımın hepsinin acısını çektim, sevincini kendimden ekledim.

Unutkan Ayna'yı eline alanlar da anlatıcının yaptığı gibi koşup duracaklar; onları ne etkiler bilinmez ama dilerim atın boyunduruğuna astığım fener gözlerini kamaştırır. Geciktiren aynalar birbirini izleyen, eş zamanlı hareket edemeyen görüntüleri aklımıza getirdiği için çok heyecan vericiydi. Unutkan aynalar, bir görüntünün kaynağından çok uzaklarda ve çok sonraki zamanlarda belirmesi anlamına geldiği için heyecan verir mi bilmem ama benim zaman konusunda söylediğim sözün sırlanmış halidir.

Bu romanımda zamanın aklımı kurcalama biçiminin ne olduğunu, bir soran olursa, böyle açıklayabilirim. (Gürsel Korat)


7 Temmuz 1960'ta Kayseri’de doğdu. Asıl ismi Gürsel Sağlamöz'dür. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi'nde tamamladı. Çeşitli edebiyat dergilerinde çok sayıda yazı yayımladı. 12 Eylül ihtilalinde bir buçuk sene siyasi tutuklu olarak hapis yatmıştır. Edebiyat ve Eleştiri dergisinin kurucuları arasında yer alan Gürsel Korat iki yıl yazı işleri müdürlüğü yapmıştır. Anadolu Medeniyetleri isimli belgesel yapımında görev almıştır. 1987’de film, senaryo ve dizi işleriyle başlayan çalışma yaşamını 1993-1999 yılları arasında dershanelerde felsefe öğretmeni olarak sürdürdü, öğretmenliği bıraktı, 2004 yılına kadar çeşitli gazetelerde ve dergilerde yazdı. 2005 yılında üniversiteye döndü, önce Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde 2018 yılına kadar çalıştı, 2018’den beri ise Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Güzel sanatlar Fakültesi bünyesinde görev aldı. Bazı film ve dizi film projelerinde senarist olarak da çalışan yazarın pek çok dergi, gazete ve ortak kitapta yayımlanmış yazıları, makaleleri ve denemeleri vardır.

Kitapları

1995-Zaman Yeli  
1997-Sokakların Ölümü (İnceleme)
1998-Ay Şarkısı 
1999-Güvercine Ağıt 
2003-Kristal Bahçe (Deneme)
2003-Taş Kapıdan Taçkapıya: Kapadokya (İnceleme)
2008-Dil Edebiyat ve İletişim (İnceleme)
2008-Kalenderiye  
2010-Rüya Körü  
2014-Yine Doğdu Tanyıldızı  
2016-Unutkan Ayna 
2017-Dalgın Dağlar (öykü)

Çocuk Kitapları

2012-Pofkuyruk  
2016-Bir Ayı Ne İster?  
2017-Kunday- Gölgeler Çağı 
2019-Yün Sultan ve Yedi İbiş 

Tiyatro Oyunları/Senaryo

2006-Yol Ayrımları (Oyun)
2006-1984 (Oyun)
2009-Yedi Kocalı Hürmüz (Senaryo) 


Zaman Yeli (1995, Roman) 104 Sayfa

Kapadokya’da Moğol işgal yıllarındaki destansı yaşamları konu edinir. Koca insan yığınları içinde akıl dolu bir yalnızlığın ironik hikayesidir. Bu roman karamsar olmasa da, iyimser de değildir; ütopyayı geçmişin bir olanağı gibi değerlendirir. "Tersine ütopya" kavramı, bu kitaptan sonra ortaya atılmış bir önermedir.

.....................arka kapak yazısı..........................

“Geçmişi yeniden kuran” bir ütopya... İsyancılara karşı Selçuklu safında çarpışıp esir düşmüş kör askerle sağır kilise ressamının, Moğol istilası yıllarında Kapadokya’nın yeraltı âleminde dinleri, mezhepleri kaynaştıran bir ortaklaşmacı hayatın ortaya çıkışına varan macerası. Vücudumuzdaki her şey dünyayla yaşıttır, bu nedenle benim hem otuz dört yaşında hem de altı milyar yaşında olduğum doğrudur. Zamanın geçişi, duruşlara benziyor. Zaman geçip gitti derken maddenin biçim ve yer değiştirdiğini söylemiş oluyoruz yalnızca; çünkü zaman bir soyutlamadan başka bir şey değil. 

Bu yüzden olmalı, Kapadokya’nın geçip gitmiş zamanına, en az biçim değiştirdiği yerlerden girip çıktığımda kendimi ‘tarihsel kurgu yapayım derken tarihsel zaman bulmuş düş definecisi’ gibi hissettim. Dil ve zaman ilişkisi bir yazarın ‘arkeolojik arkaplanı’dır; oradan hiçbir anlamı olmayan böcek ölüleri de çıkar, bir heykel de. Günlük dilde ikona diyoruz, yeraltı şehirlerinden söz ediyoruz, Haydar, Vasili veya Dimitri adlarını söyleyip geçiyoruz. Oysa ‘tarihsel bilinçaltı’nı biraz kazıyınca, doğada hiçbir şeyin yok olmadığını, yalnızca “biçim değiştirdiğini” anlamamız kolaylaşıyor.  Tıpkı bir noktadan diğer noktaya yer değiştiren hava akımı gibi: Yel gibi Zaman gibi. Zaman Yeli gibi.


Güvercine Ağıt (1999, Roman) 208 sayfa

Büyük bir yaz yağmurunun ardından, bulutların ardından çıkan ayışığı Anadolu’nun beş ayrı yerinden görünür. Bu, aynı gece içinde yaşanan birbirinden farklı olayların anlatılması içindir ve bu beş kişinin yolu bir şekilde kesişir. Güvercine Ağıt, Kapadokya dünyasının heterodoks yapısı içindeki kişisel yaşamların hikâyesidir. Bu romandaki pek çok karakter, edebiyatımıza konu bile olmamış başka hayatların insanlarıdır. Yazarın Kapadokya temalı kitaplarının ikincisidir.

.....................arka kapak yazısı..........................

“Dünya büyük bir yalnızlık diyarıydı, 
insan yalnızca kendisini bilmenin yalnızlığı içindeydi.”

Güvercine Ağıt, Gürsel Korat’ın Zaman Yeli’nden sonra yazdığı ikinci Kapadokya odaklı roman. Bu hikâyeye adım attığımız andan itibaren 13. yüzyıl sonlarındaki çok kültürlü, çok dilli etnik zenginliğin içinde dolaşıyoruz. Yazarın ayağını sıkıca bastığı İç Anadolu coğrafyasında dervişler, keşişler, Moğol askerleri, Venedikli tüccarlar var. Dönemin iktidar kavgası ise derinliğine kavranmış kişilerin ardındaki panoramada görünüyor.

Bir “olumsuz kahraman” romanı bu: Stavro, bütün kötülükleriyle ama bütün ruhsal açıklığı içinde gözümüzün önünde. Bir adanmış kişilikler ve aşklar romanı aynı zamanda: Saruca Abdal ve Gülbeyazgöz kamaştırıcı bir öyküyle belirginleşiyor. Güvercine Ağıt, tutku ve cömertlik romanı biraz da: Civan ile Şamnalika unutulmaz.


Kalenderiye (2008, Roman) 188 sayfa

Kapadokya ile ilgili olarak anlatılan romanların üçüncüsüdür; üç erkeğin hayatını anlatır. Bunların kesişim noktası “kalender” kavramıdır. Takvim, zaman gibi anlamları da içeren bu sözcük, İtalya manastırlarından Osmanlı vergi eminlerine varıncaya kadar geniş bir yelpazedeki olaylarla işlenir. Güçlü kadın karakterlerin dramı, büyük bir felsefi birikimin hayata indirilmiş açıklığı ve dilin o zamandaki şaşırtıcı kıvamı bu romanda bir aradadır. Kalenderiye, 2009 Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nü almıştır.

.....................arka kapak yazısı..........................

“zamanı bildirir ama bildiren zamandır”

“İnsan eski zamana düş kapısından geçip giriyor. O gece, düşüm bana bir kapı açtı, geçmişte kalan ve bilmediğim bir zamana işte ben oradan girdim.”

Zaman Yeli ve Güvercine Ağıt kitaplarından sonra Kalenderiye Gürsel Korat’ın Kapadokya konulu romanlarının üçüncüsü. 14. ve 16. yüzyıllarda geçen kitapta, İtalya’da Taranto limanında ve Matera manastırlarında, Kayseri’de kale burçlarında dolaşırken üç adamı; Mazzone’yi, Yusuf Pîr’i ve Bahri Paşa’yı tanırız. Sonra Kapadokya yollarında hanlarda konaklarız. Martana, Sâre ve Perizad gibi etkileyici kadın kahramanlarla tanışırız. Hele Perizad, belleklerden silinmeyecek bir iz bırakır. “…çünkü aşkta başkalarının hayatını çalmaktan başka bir şey yoktur.”

2009’da Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nü alan bu roman zamanı, ölümü, aşkı ve aidiyeti, insanın zaaflarını, arayışlarını anlatırken hayat ve inanç üzerine katmer katmer açılan bir sorgulamanın eşiğine bırakır bizi… Gerisi mi? Ya zamandır, ya yalan…
 
 “Dur. Ölüm meleğinin insan kılığında geldiğini bilirim ama senin kim olduğunu şaşıracak kadar bunamış değilim. Şunu söylüyorum: Senin gelişin, zamanın nasıl bir şey olduğunu gösterdi bana. Zaman, akıldaki boşluktur. Şimdi senin aklındaki zamana sesleniyorum: Benim sende kalan tek hayalimin manastıra kapılanmış bu halim olmasını istiyorum. Hemen git. Babanı ölmüş görmemelisin. Çünkü ölümümü görürsen, böyle bir sona tanık olursan, bu, senin içindeki zamanın derinliğine son verir. Bana ölürken sensiz, sana yaşarken bensiz bir son hayali gerekir. Çünkü ölümümü görürsen…”


Rüya Körü (2010, Roman) 220 sayfa

Gürsel Korat, insanın "zaman"la ilişkisine bir kez daha parmak basıyor: "Gelecek zamanın bir bölümü şimdi bilinse ne olurdu?" sorusuyla vücut bulan roman, aşk, tutku ve bağlılık gibi kavramları alt üst eden "iktidar" kavramına tutku dolu bir heyecanla eğiliyor. Bizans'tan Selçuklu'ya bakmak gibi ilginç bir özelliği olan, derinlikli, karmaşık ama zevkli, görkemli ama sade bir roman. Bir İstanbul romanı.

.....................arka kapak yazısı..........................

Zamanın sahibi yok...
Geçmiş, gelecek ve şimdi'ye dair bir roman: Rüya Körü

Sürekli yok olmaya mahkûm bir şimdi'nin çemberinde, biri gelecekle, diğeri geçmişle sınanan iki adam... Hassas ve kırılgan ruhundan azap yeleğini bir türlü çıkaramayan umutsuz âşık Stefanos ile tutkusu, cazibesi ve kudretiyle kaderinin sınırlarını zorlayan Andronikos: Biri rüyalarında gelecekte yaşanacakları görüyor, diğeri geçmişte olup bitenleri... Hırsın, öfkenin, taht ve aşk kavgalarının arasında birbirlerine yaklaştıkça bütünlenen zaman, ikisini de kendi yoluna sürüklüyor. Bizans'ın ve Selçuklu'nun loş koridorlarında, eski Anadolu'nun rüzgârlı ovalarında dolaşan Gürsel Korat'tan, geçmişi ve geleceği kırılgan bir şimdiki zamanda buluşturan, rüyayı gerçeğe, gerçeği rüyaya dönüştüren bir roman...

Gürsel Korat, “edebi yapıtlarında ölüm, acı, tutku, aşk, din, metafizik, yoksulluk, eşitlik, korku, saplantı gibi konulara ve klasik edebiyatlara özgü trajik unsurlara, modern sonrası dönemin eğilimleriyle yaklaşır; ayrıca zaman kavramını irdeler. Deyim yerindeyse "açıklayan" ve "anlatan" bir edebi yapı kurmakla ilgilenmez, o daha çok "yeniden kuran" bir izleğin peşindedir.”


Yine Doğdu Tanyıldızı (2014,Roman) 204 sayfa

Modernlik öncesinde öykü yalnızca anlatılırdı. Modernlikle birlikte yazar, hem anlatanı hem de yazanı kendi bünyesinde toplayan ilk kişidir. Yine Doğdu Tan Yıldızı, bu ayrımın farkına vararak açılış yapar: Anlatan ve Yazan farklıdır. Burada görsel teknikleri kullanmaya yarayan bir sesleniş formuna varır yazar. "Yazının görselleşmesi" dediği şeyin laboratuvarında dolaşırız: Yani yazar hem anlattığının hem de yazdığının farkındadır. Bir büyük üslup romanı.

.....................arka kapak yazısı..........................

Gürsel Korat’ın Yine Doğdu Tanyıldızı adlı romanı tragedyaları andırır:

Yaklaşan felaketi haber veren ve her düğümünde çoğalan çaresizliği okurun kucağına bırakan bu roman, görsel dille yazılmış çağdaş bir destandır.

1300 yıllarında, Niğde kadısı Şeyh Nizamüddin ile Zembilli İshak’ın yaşadığı aşk, şeyhin oğlu Nureddin’le evlatlığı Fazıla’nın aşkını korkunç bir açmaza düşürür. Herkes bu düğümü çözmek için seferber olsa da olaylar sürprizlerle doludur. İlyada bir koşuklu destan olarak dilden dile beş yüz yıl boyunca anlatılmış, Perikles çağında bunları birileri yazmıştır. Leyla ile Mecnun öyküsü dilden dile dolaşmış, ama birileri öyküyü düzyazı olarak değil de şiir halinde yeniden kurmuştur. Yani, sözlü edebiyatın yakın zamanlara kadar yaşamış olmasından hareketle, modernliğin şafağı doğuncaya kadar öyküyü anlatanlarla yazanların farklı olduğunu söylemek yanlış olmaz. 

Kurmaca yazarı hem anlatıcıyı hem de yazanı kendi bünyesinde toplayan ilk kişidir. Yine Doğdu Tan Yıldızı, bu ayrımın farkına vararak açılış yapar: Anlatan ve Yazan farklıdır. Burada görsel teknikleri kullanmaya yarayan bir sesleniş formuna varır yazar. Yazının görselleşmesi dediği şeyin laboratuvarında dolaşırız ve birden anlatıcı ve yazar birleşir. Fakat burada da yazarın gizlenmiş sesini açığa çıkararak ilerler anlatım. Yani yazar hem anlattığının hem de yazdığının farkındadır.


Unutkan Ayna  (2016, Roman) 280 sayfa

12 Haziran 1915. Yozgat ve Kayseri'de çok canlar yanmış, köyler yok olmuş, Ermenilerin mahvına varan büyük olaylar çoktan doruğa çıkmış. Rumların ağırlıklı olarak yaşadığı Nevşehir'e de felaket yaklaşıyor. Fakat tuhaf bir şey oluyor, tehcir için gelen askerler bir şey arıyor. Müslüman, Rum ya da Ermeni demeden herkesin evi alt üst ediliyor. Bu durum 22 Haziran'da sona erecektir ama yaşamda başlangıç ve son diye bir şeyin olmadığı akıllarda yer edecektir.

.....................arka kapak yazısı..........................

“Bir olay yazılınca zaman kaybolur ve canlanmak için okuyanın bakışını bekler...” 12 Haziran 1915 günü Nevşehir’de, bir bozkır sabahı: İğde kokuları içindeyiz, serinlikten ürpererek gözlerimizi ovuşturuyoruz. Yaşam olağan akışındadır, ölüm bu dünyaya yakışmaz görünmektedir.  Oysa her şey koşup gelecek birazdan. On gün içinde devran değişecek. Hiç kimse o sabahtan sonra eskisi gibi olamayacak.  
Gürsel Korat, Unutkan Ayna’da insanlığın soluğunu tuttuğu ve bakışlarını Anadolu’ya diktiği bir zaman parçasını anlatıyor:
 
“Unutmanın” bazen “her şeyi eksiksiz görmek” anlamına geldiğini söyler gibi. “Bana bak” dedi Mayreni, iyice kızmıştı, “Önümüzde kaç gün var, onu bile bilmiyoruz. Belki mezarımız bile olmayacak. Belki bu çocuklar birbirinden muradını alamayacak.” Mayreni’nin gözleri, ne söylediğini o an anlamış birinin şaşkınlığıyla doldu, yüzü dehşetle gerildi, sesi giderek boğuklaştı: “Belki en sevdiklerimizin ölüsünü elimize alacağız.”


Dalgın Dağlar (2017, Öykü) 188 sayfa

Çizgili Sarı Defter (1996) ve Gölgenin Canı (2004) bir araya getirildi ve Dalgın Dağlar bu ikiliden oluştu. Yazarın şimdiye kadar yayımlanmış bütün öykülerine ulaşmak için iyi bir yol...

.....................arka kapak yazısı..........................

“Yaşam, düş gibiydi gerçekten. Ama neden gerçeklik, insanı bu kadar derinden incitiyordu?”
 
Kadim zamanlarda, antik dönemlerde ya da günümüzde geçen; şehirleri, ülkeleri, kültürleri kateden, bütün zamanlara ait öyküler… Zamanın ve aşkın derinliklerinde gezinen gizli bir el, ruhun katmanlarını ustalıkla harmanlayıp seriyor önümüze…
 Dalgın Dağlar, Gürsel Korat’ın daha önce yayımlanan Çizgili Sarı Defter ve Gölgenin Canı adlı öykü kitaplarını bir araya getiriyor.
 
“Ela gözlerini düşündüm; bu gözlerde kurumuş nehir boyları, sazlıklar, yalnızlıklar, çocuk yaşta ölmüş bir oğul için dökülen yaşlar, annesi için gülen, babası için yakaran, kocası için seven bakışlar saklıydı. Su kuşlarının tedirgin neşesiyle bakmıştı bu gözler; otlar, uzun kavaklar görmüştü, sarı tarlaların içinde yitip giden çocukluğu için ağlamış, uzun bir nehre benzeyen telaşlı ömrünün son üzüntülerini de içine alarak, sımsıkı kapanmıştı.”


Taş Kapıdan Taçkapıya: Kapadokya (2003, İnceleme) 384 sayfa

Kapadokya hakkında yazılmış en kapsamlı Türkçe özgün yapıttır. Bu kitapta çok sayıda çizim ve fotoğraf vardır. Neolitik çağdan Selçuklu da dahil geniş bir dönemin sanatsal birikimini açıklar, Kapadokya’yla ilgili pek çok gezginin ve araştırmacının çok iyi tanıdığı bu kitap, bölge tarihiyle ilgili en ciddi başvuru kaynağıdır. Pek çok kültürün biçim verdiği, Anadolu’nun eşsiz zenginliğini yansıtan önemli bir tarih mirası… Kapadokya…
 
.....................arka kapak yazısı..........................

Gürsel Korat, Taş Kapıdan Taçkapıya Kapadokya’da, bölgenin tarihöncesi dönemden başlayarak Selçuklu’nun ilk dönemlerine kadar uzanan kültürünü mimari, tarihsel ve dinsel özellikleriyle anlatıyor. 
 
200 fotoğraf ve 40 çizimle zenginleştirilen ve büyük bir titizlikle hazırlanan Taş Kapıdan Taçkapıya Kapadokya, bölgeye ruhunu veren özellikleri bir edebiyatçının kaleminden okumak, bu coğrafyanın en gizli saklı köşelerini, bağrına bastığı inançları ve barındırdığı hayatları bilmek isteyenler için ayrıntılı bir rehber…
 
“Kapadokya ile ilgili kitapların en iyilerinden biri romancı Gürsel Korat’ınki. Korat, Bizans ikonografisinin simge ve metaforlarını tutku ve yetkinlikle araştırdığı bu kitapta, daha önce yöreye hiç gelmemiş ziyaretçilere, Hıristiyan mimarisini ve görsel sanatını anlamak için gereken anahtarları veriyor.” (Paul Dumont)


Ay Şarkısı (2018, Roman) 212 sayfa

1998'de ilk baskısı yapılan bu roman yazarın gerçekte ilk romanıdır. Yirmi yıl sonra Gürsel Korat, kitabın asıl eksenine bağlı kalarak bu kitabı yeniden yazdı. Roman, 12 Eylül koşullarında cezaevinde yaşanan olaylara ekseninde 1968- ve 1978 kuşağının ortak hikayesini ele alır. 

.....................arka kapak yazısı..........................

"Aşk dolu bir geceden sonra aklımızda kalan tek şey ne kadar sevildiğimizdir, oysa aklımıza ne kadar sevdiğimiz gelse aşka inanabilirdim.”
 
Geçmişi acısıyla ve gülünç yanlarıyla ironi içinde anlatan bir roman Ay Şarkısı. Cezaevinde tek tip giysi direnişi, kedisever bir binbaşı, isteklerini kabul ettirmek için binbaşının kedisini rehin alan mahkûmların komik yargılama süreci. Ve aşk; her koşulda yeşeren, yeşerebilen...
Gürsel Korat, en acımasız koşullarda bile mizaha yer veren bir incelikle yansıtıyor 80’lerin Türkiyesi’ni; ezilenle ezenin, aşkla kızgınlığın, sadakatle ihanetin hızla yer değiştirdiği insan hallerini.
 
Koğuşta heyecan vardı. İnsanı coşturacağı akla bile gelmeyen bir sevinç haliydi bu. Yaratıcılık ve eğlence dolu. Çocuksu. Kediyi kaçırıp rehin almak herkese bir şeyler esinliyordu. Kimileri “hiç vermeyelim” diyor, kimileri onu köpek gibi bağlamaktan söz ediyordu. ... Hasan’ın “Kediyi yargılasak nasıl olur?” demesi, bu komik heyecanı oyuna dönüştürdü. Durum o anda herkese kendi içinde iki kere gülünç göründü. Tutuklular tutuklayan olacaklarını ve üstelik yaşamlarında ilk kez çocukça bir eylem yapacaklarını sezerek şaştılar.


Kristal Bahçe (Deneme, 2003) 136 sayfa 

Edebiyat üstüne denemelerden oluşan bu kitap edebiyat meraklılarının çok ilgisini çekmiştir. Yeni baskısı bulunmamaktadır.

.....................arka kapak yazısı..........................

Edebiyatçıların, diğer edebiyatçılar hakkında düşünce ürettiği kitaplar seyrektir. Tüm edebiyat ortamını, yazarları ve edebiyat yapıtlarını, edebiyatın kavramlarıyla sorgulayan kitap ise neredeyse yoktur. Gürsel Korat, Kristal Bahçe ile, bir roman ve öykü yazarı olarak, edebiyatı ve edebiyatçı sorgulama yönünde önemli bir adım atıyor. Deneme ve eleştirinin iç içe geçtiği bu kitap, pek çok roman ve öykü yazarını, romanları, öyküleri, yayınevlerini, edebi kavramları, sanat kavramlarını ve okurları tartışmanın odağına alıyor. 

Edebiyatta sorgulamayı aklımıza getirmediğimiz pek çok şeyi sorgulayan yazar, bildiğimiz şeyleri bile, çarpıcı bir yorumla düşünce süzgecinden geçiriyor. Edebiyatı edebi bir dille tartışmanın zevkini bilenler, yazarın kısa, yalın ve yoğun saptamalarında çok şey bulacaktır. Özgün bir deneme ve eleştiri tarzı içeren Kristal Bahçe'nin edebiyat tartışmalarında bir başucu kitabı olacağına kuşku yoktur.


Sokakların Ölümü (İnceleme 1996) 197 sayfa

Şehirler, sokaklar ve kentler üzerine yazılmış erken bir uyarı niteliğinde olan bu kitap, yaşadığımız bugünkü kent felaketlerini, mimarlığın ideolojik boyutlarını, kentliliğin anlamlarını yirmi beş yıl öncesinden haber veren bir niteliktedir. Yeni baskısı yoktur. 

.....................arka kapak yazısı..........................

Kapadokya merkezli bir noktadan, Kayseri’den yola çıkarak, sokaklardan, eski yollardan ve örenlerden geçip Kayseri’nin tektonik kardeşi Pompei’ye kadar uzanan bir coğrafyanın sözleriyle konuşacağım. Sokak kavramı temel izleğim olsa da, sokaklardan geniş meydanlara, uçsuz bucaksız yollara, denizlere ve dağlara ulaşıldığını bilmiyor değilim. Sokak gezgini olarak yürüdüğüm bütün kentlerde dağlara ve denizlere baktığımda bile, sokağa ait izlenimler edinmek için yürüdüğümü belirtmeliyim.

Sokakların Ölümü Kayseri üzerine, Kapadokya üzerine, Akdeniz havzasında buralara şaşırtıcı bir şekilde benzeyen (en azından eskiden benzemiş) olmadık yerler üzerine bir kitap. Ama sözün özü: Türkiye’nin şehirlerinin kaybolan sokakları üzerine... Kayseri’den yola çıkan bir gezginin, şehirler ve sokaklar üzerine, nostaljinin yerine öfke koyan hatırlamaları. Dünya vatandaşlığı ile hemşehriliğin ne kadar yakın durabileceğini –araya milliyetçilik girmese!– hissettiren bir kitap. Memleket Kitapları dizisinin göstermek istediği gibi...


Dil, Edebiyat ve İletişim (2008) 223 sayfa

İletişim ve Edebiyat konusuyla bağlantılı olarak, dilin ve anlatım olanaklarının değişmesiyle ve söylemlerle ilgili bir inceleme.Baskısı yoktur.

.....................arka kapak yazısı..........................

Dilin, edebiyatın, sanatın, imgenin sunduğu iletişim olanakları üzerine bir kitap bu. Kullanabildiğimiz, kullanabileceğimiz - ve ıskaladığımız olanaklar üzerine…

Dilin tarihi… Destandan düz yazıya, Orhon yazıtlarından günümüzün edebiyatına ve söylemlerine dek, Türkçenin dönüşümü…

Spor, haber-manşet söylemleri, magazin, ekonomi söylemleri, gündelik söylem, mitolojik söylem-nesnel söylem, hedonist söylem, şiir söylemi, felsefî söylem, aforizma söylemi, seri ilan söylemi, internet söylemi… Basın dili, köşe yazarlarının dili…

Edebiyat ve siyasetteki ötekileştirmenin yoksullaştırıcı, karartıcı etkisi… Edebî iletinin kaynakları, yordamları – ve olanakları…

Gürsel Korat’ın bütün bunları bol örnekle ele aldığı kitabı, üniversite öğrencileri için, -özellikle İletişim Fakültelerindeki öğrenciler için-, dille sağlam, ‘dostça’ bir ilişki kurabilmeleri için bir rehber niteliği taşıyor. Aslında, her okur-yazar için öyle!

Basındaki ve günlük dildeki edebiyatsızlaşmaya güçlü bir itiraz, aynı zamanda…


TRT2 de yayınlanan bir söyleşisi

web sitesi


18 Ekim 2020

Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya Tarihi

 



Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya Tarihi-Raj Patel & Jason W. Moore
Kapitalizm, Doğa ve Gezegenin Geleceği Hakkında Bir Rehber
Kolektif Kitap / Türkçesi: Serkan Gündüz
1. Baskı, Nisan 2019 / 288 Sayfa

 ...

Bu kitap, modern dünyanın yedi ucuz şeyle meydana geliş sürecini adım adım izliyor: Doğa, Para, Emek, Bakım, Gıda, Enerji ve Yaşam. Raj Patel ve Jason Moore’un eleştirel bir kapitalizm tarihi olarak okunabilecek kitapları, insanlarla yaşam ağı arasındaki karmaşık ilişkiler üzerine düşünmemiz ve bu ilişkiler vesilesiyle içinde bulunduğumuz dünyanın ve dünyanın neye benzeyeceğini anlamamızı sağlayan bir yöntem sunuyor. Yazarların buradaki asıl amaçlarının ne olduğunu görmek için, en başta “Ucuz”dan tam olarak neyi kast ettiklerini görmek gerekiyor.

Yazarlara göre kapitalizm, nakit paranın her yerde olduğu bir düzenden ziyade ucuz veya potansiyel olarak ucuz doğanın okyanuslarında nakit alışverişi yapılan adacıkların bulunduğu bir düzendir. Başka bir deyişle ucuz, kapitalizmin çalışmayı mümkün en asgari bedelle seferber eden bir stratejisi olarak özünde kapitalizmle yaşam arasındaki ilişkileri yöneten bir araçtır. İşte bu kitap, ilk olarak kapitalizmin neden sömürgecilikten bağımsız düşünülemeyeceğini açıkça ortaya koyuyor ve ikinci olarak da kapitalizmin, doğa, para, emek, bakım, gıda, enerji ve yaşamı ucuzlatarak hayatımızı nasıl kontrol altına aldığını gösteriyor. Yazarlar kitaplarının sonunda da, yüzyıllar boyu süren sömürünün doğurduğu haksızlıkları tartışarak insanların doğadaki yeri ve kapitalizmin yarattığı tahribat üzerine okurunu düşündürüyor.



Raj Patel 1972’de Londra’da doğdu. Hayatının farklı dönemlerinde Zimbabwe, Güney Afrika ve ABD’de yaşadı. Akademisyen, gazeteci, aktivist yazar 1999’daki Seattle protestolarının örgütleyicilerindendir. Topraksızlar ve Via Campesina hareketleriyle ilgilenmiş, gıda bağımsızlığı üzerine çalışmalar yürütmüştür. The New York Times çok satarlar listesine giren The Value of Nothing’in de dahil olduğu farklı kitap çalışmaları vardır.



Jason W. Moore Binghamton Üniversitesi’nde dünya tarihi ve dünya ekolojisi alanlarında dersler verir, ayrıca Dünya-ekolojisi Araştırma Ağı’nın koordinatörlüğünü yürütür. Capitalism in the Web of Life: Ecology and the Accumulation of Capital’ın da aralarında bulunduğu kitapları ve çevre tarihi, siyasi iktisat ve sosyal teori alanlarında çok sayıda ödüllü makalesi vardır.

UCUZ DOĞA 
   UCUZ PARA 
      UCUZ EMEK 
         UCUZ BAKIM 
            UCUZ GIDA 
               UCUZ ENERJİ 
                  UCUZ YAŞAM 

Bu kitapta, modern dünyanın nasıl yedi ucuz şeyle meydana geldiğini gösteriyoruz: doğa, para, emek, bakım, gıda, enerji ve yaşam. Bu cümledeki her kelime çetin. Ucuz pazarlığın tersidir; ucuzlatma kapsamlı bir yaşam ağını kontrol etmeye yönelik bir dizi stratejidir. “Şeyler” ordular, din adamları, muhasebeciler ve basın aracılığıyla şeyler haline gelirler. Merkezde yer alan insan ve doğa varlığını, 17. yüzyıldaki devasa bilardo toplarıymış gibi çarpışarak sürdürmez. Yaşam kurma, çekişmeli ve karmaşık eğilimlerle dolu bir süreçtir ama karşılıklılık esasına göre sürdürülebilir. Bu kitap, insanlarla yaşam ağı arasındaki karmaşık ilişkiler üzerine düşünmemizi ve bu ilişkiler vesilesiyle içinde bulunduğumuz dünyayı ve dünyanın neye benzeyeceğini anlamamızı sağlayan bir yöntem sunmayı hedefliyor.

Biraz merak uyandırmak adına, jeolojik kayıtlardaki şu tavuk kemiklerine, insanlarla dünyanın en yaygın kuşu Gallus gallus domesticus arasındaki ilişkinin kapitalist izlerine dönelim. Bugün yediğimiz tavuklar yüz yıl öncekilerden çok farklı. Bugünün tavukları İkinci Dünya Savaşı sonrasında sarf edilen yoğun çabaların sonucunda ortaya çıkmıştır. İnsanlar kaynak olarak Asya ormanlarından serbestçe elde edilen genetik materyali kullanıp kümes hayvanlarının en fazla kâr getirenini üretmek üzere yeniden şekillendirmeye karar vermiştir. Bu kuş zar zor yürüyebilir, sadece birkaç haftada anaçlık evresine erişir, göğsü geniştir ve jeolojik açıdan önemli sayılacak miktarlarda (yılda 60 milyardan fazla) yetiştirilip kesilir. Bu ilişkiyi
Ucuz Doğanın bir göstergesi olarak düşünün. 

ABD’de halihazırda en çok tüketilen tavuk etinin, 2020’ye gelindiğinde gezegenin en çok rağbet edilen eti olacağı öngörülüyor. Bu çok fazla emek gerektirecektir. Kümes hayvancılığı çalışanlarına çok az ücret ödenir: ABD’de fast food sektöründe tavuk için harcanan her 1 doların sadece 2 senti emekçilere gider ve bazı işletmeler saatine 25 sent ödenen mahkûm emeğini kullanır. Bunu Ucuz Emek olarak düşünün. 

ABD kümes hayvancılığı endüstrisinde kanatları kesen işçilerin yüzde 86’sı üretim hattında tekrarlayıp duran kesme ve koparma hareketleri yüzünden acı çekmektedir. Bazı işverenler işçilerin kaza haberlerini görmezden gelir; yaralanma iddialarını reddetmek de yaygın bir uygulamadır. İşçiler açısından bu durum, kazadan sonraki on yılda gelirlerinin yüzde 15 düşeceği anlamına gelir. İşçiler iyileşme sürecinde ailelerine ve yardımlaşma ağlarına bağımlı olacaktır ve bu süreç üretim döngüsünün dışında kalmalarına neden olacak, süregiden işgücüne katılımlarını temelden etkileyecektir. Bunu Ucuz Bakım olarak düşünün.

Bu endüstrinin ürettiği gıdalar nihayetinde karnımızı doyuracaktır ve kasada ya da evlere serviste ödediğimiz hesabın düşük olması sayesinde hiçbir memnuniyetsizlik duyulmaz. Bu, ucuz Gıda’nın bir stratejisidir. Mideleri tek parça olduğu için metan gazı salmayan tavuklar, ineklere kıyasla iklim değişikliğine daha az etki eder ancak yetiştirildikleri büyük alanları sıcak tutmak gerektiğinden, fazla miktarda yakıt kullanılır. ABD kümes hayvancılığının karbon ayak izine en fazla katkıyı sunması da bu sebepledir. Çok fazla propan kullanmadan düşük maliyetli tavuğa sahip olamazsınız: İşte size Ucuz Enerji

İşleme tabi tutulan bu kuşların ticareti biraz riskli olsa da imtiyaz sözleşmeleri ve devlet destekleri sayesinde –tavuklar için soya yemi yetiştirilen (çoğunlukla Çin, Brezilya ve ABD’de) araziye mali ve fiziksel olarak kolay erişimden küçük işletmelerin kredilendirilmesine dek– özel sektör yararına yapılan kamu harcamalarının katkısıyla sözkonusu risk azaltılır. Bu da Ucuz Para’nın bir özelliğidir.

Sonuç olarak insan ve hayvan yaşamlarının ait olduğu kategorilere karşı (kadınlar, sömürgeleştirilenler, yoksullar, beyaz olmayanlar ve göçmenler gibi) şovenizmin ısrarcı ve düzenli dayatmaları bu altı ucuz şeyin her birini mümkün kılmıştır. Bu ekolojinin yerini tespit etmek için son bir unsura ihtiyaç vardır: Ucuz Yaşam düzeni. Ancak bu sürecin her aşamasında –kendi sürüleriyle hayvan ıslahı için genetik materyal kaynağı sağlayan yerliler ve haklarının tanınmasını ve refah talep eden bakım hizmetlilerinden iklim değişikliği ve Wall Street’e karşı mücadele edenlere kadar– insanlar direnir. Doğa, para, emek, bakım, gıda, enerji ve yaşam için yürütülen toplumsal mücadeleye Kapitalosen’in kümes hayvanı kemiklerinin eşlik etmesi, modern çağın en ikonik simgesinin otomobil ya da akıllı telefon değil de tavuk nugget olmasını anlaşılır kılar.

Soyalı tavuğu plastik kaptaki barbekü sosuna banarken bunların hepsi unutulur. Oysa fosilleşmiş izleri, trilyonlarca kuşu, onları üreten insanlardan daha kalıcı kılacak ve insanların geçip gittiği yerleri de işaretleyecek. Bu yüzden insanların, doğanın ve gezegeni değiştiren sistemin hikâyesini modern dünyanın tarihçesi olarak sunuyoruz: Unutmaya çare olarak. Elbette bu kısa kitap dünya tarihinin tamamını kapsamaz. Dünyanın bu duruma nasıl geldiğini ortaya koyan süreçlerin tarihidir. Bu yedi ucuz şeyin öyküsü, kapitalizmin, dünyanın çok küçük bir kısmının Avrupa’nın sömürgeci gücünün faaliyet alanı dışında kaldığını gösteren aşağıdakine benzer haritalar ortaya çıkaracak şekilde nasıl yayıldığını örneklerle açıklıyor.



30 Ağustos 2020

Vincent Peirani & Emile Parisien


Vincent Peirani & Emile Parisien-2020-Abrazo

1-The Crave 4:36
2-Temptation 6:07
3-Fuga y Misterio 3:34
4-Between T's 2:35
5-Deus Xango 5:25
6-Memento 5:41
7-A Bebernos los Vientos 6:39
8-Nouchka 9:18
9-F.T. 2:40
10-Army Dreamers 5:39


Vincent Peirani

24 Nisan 1980 Nice, Fransa doğumludur

Conservatory Regional Influence De Nice, Paris Konservatuvarında eğitim almıştır.

Tüm popüler müzikler gibi caz da güçlü kişiliklerle ilişkilendirilir. Akordeoncu Vincent Peirani'nin uluslararası tanınması, bu temel, temel kaliteye dayanmaktadır. Müzikal karizması, kendine özgü yaratıcı becerileri, sanatına olan benzersiz yaklaşımı - hepsi çok açık, engelsiz bir tavrın meyvesi - dinleyiciyi hemen etkiliyor.

Klasik müzik alanındaki parlak çalışmaların ardından, caz dünyasına dalarak kendi projelerini ortaya koymuştur, aynı zamanda Daniel Humair, Michel Portal), Chanson'da (Sanseverino, Les Yeux Noirs), film müziklerinde (Mathieu Almaric Barbara(2017) ile ortak çalışmalar yapmıştır.

On yıl önce akordeonun dilini tamamen yenileyen ve bunu yapmaya devam eden Peirani,büyülü bir dokunuşla yaptığı müziğe sınırsız, kozmopolit bir bakış açısı ve enstrümantal kombinasyon ve renk duygusu kazandırmıştır.

web sayfası 


Émile Parisien

Fransız soprano ve alto saksofoncu, caz müzisyeni ve bestecisidir. 12 Ekim 1982 , Cahors, Fransa'da doğmuştur. Conservatory Regional Influence'da eğitim almıştır.

web sayfası

albümü indirip dinlemek için


07 Temmuz 2020

Carys Davies-Kuytu


Galler’de dünyaya geldi, Britanya dışında bir süre New York ve Chicago’da yaşadı. İlk öykü kitabı Some New Ambush’un ardından 2015 yılında yayınladığı Kuytu, aralarında Frank O’Connor Uluslararası Öykü Ödülü ve Jerwood Kurmaca Keşif Ödülü’nün de olduğu çok sayıda edebiyat ödülüne layık görüldü. Antolojilerde ve dergilerde yayınlanan öyküleri ayrıca BBC Radyo 4’te de seslendirildi. Kurmaca dışı yazılara da imza atan Davies’in son olarak 2018 yılında West adlı romanı yayınlandı.

Kitapları

-The Mission House
-West
-The Redemption of Galen Pike / Kuytu
-Some New Ambush


Yazar: Carys Davies / Çevirmen: Yasemin Akbaş / Yayınevi :Yüz Kitap
134 sayfa / Kapak tasarımı ve illüstrasyon: Burak Akbay / Özgün adı: The Redemption of Galen Pike / Frank O’Connor Öykü Ödülü

Kahramanlarının karanlıkta kalmış yanlarını bütünüyle aydınlatmadan, söylenmemiş sözler bırakarak anlatan Davies’in öyküleri, karlar altındaki Sibirya’dan Avustralya kırsalına, Viktorya dönemi Britanya’sından günümüz ABD’sine dek, zaman ve mekân bakımından hayli geniş bir uzamda geçiyor.

​Hayırsever bir kadın, idama mahkûm bir hükümlüyü ziyaret ediyor. Dulların yaşadığı bir kıyı kasabasına bir balıkçı cesedi vuruyor. Haitili bir dadı, beyaz yakalı patronlarından tuhaf bir istekte bulunuyor. Ücra bir çiftlikte yaşayan bir kadın, sırrını umulmadık bir kişiyle paylaşıyor. Kendi halinde bir belediye meclisi üyesi, Kraliçe Victoria’ya kalbini açıyor. Birmingham’lı bir kadın, Sibirya’da hayatını değiştirecek bir olaya tanık oluyor.

İlk öykü Sessizlik aslında Davies’in tarzını en çok belli eden öykülerden biri. Davies atmosfer kurma konusunda da çok başarılı, kırılma noktalarının bu denli etkili olmasının bir nedeni de okurun ikinci sayfada bile olsa kendini çoktan o atmosfere kaptırmış olması. Bu öyküde de önce yeni evlendiği kocası Thomas’la Liverpool’dan ıssız bir kasabaya yaşamaya gelmiş olan Susan Boyce anlatılıyor. Susan’ın derme çatma kulübesinde yalnız bir hâlde temizlik yaparken habire onu ziyarete gelen komşusu Henry Fowler’dan duyduğu rahatsızlığı neredeyse biz de hissediyoruz. Kocası yokken çıkıp geliveren bu bekâr komşuyu çaya davet etmek istemezken o soğukta davet etmemesinin de ayıp olacağı düşüncesi ve ikilemi bizi de çileden çıkartıyor. Susan’ın bir derdi olduğunu anlıyoruz, dertleşebileceği bir kadın komşu istemesi, doktora gitmişken konuşmaya karar verip çekinmesi, kasabada kilise ve tabii rahip olmamasından duyduğu eksiklikten hissediyoruz bunu. Ve öykünün ikinci yarısında Tanrı anlatıcı Henry Fowler’ı anlatmaya başlıyor:


Sessizlik

Adamın geldiğini duymadı.

Rüzgar kuvvetlenmişti ve teneke çatının üstüne gökten sanki yağmur değil de taş yağıyordu. Kadın o gürültünün arasında eve doğru yaklaşan eski at arabasının takırtısını duymadı. Patikada ilerleyen demir kasnaklı tekerleklerin gıcırtısını da duymadı, adamın ıslak toprağa bastıkça pat pat eden ayak seslerini de. Sabunlu suyla dolu kovadan başını kaldırıp adamın yüzünü penceresinde görene dek orada olduğunun farkında bile değildi; adam, iğne deliği büyüklüğündeki siyah göz bebekli soluk yeşil gözlerini kırpıştırarak camın ardından kendisini izliyordu.

Adamın adı Henry Fowler’dı ve kadın, bu adamın evine gelmesinden nefret ediyordu.

Bir köşeye oturup Tom'a saatlerce, dur durak bilmeden tavuklardan, pancarlardan ve domuzlardan söz edişinden, artık lime lime olmuş o koyun postu yeleğinin içindeki bir keseden parmak ucuyla tırtıkladığı tütünleri pis kokulu piposuna dolduruşundan, artakalan tanecikleri ufacık başparmağıyla silkeleyişinden, tekrar tekrar yaktığı piposunu tüttürüşünden, avını gözleyen küçük bir kuş gibi iskemlenin ucuna tüneyip höpürdete höpürdete çay içişinden, sürekli kaçamak bakışlar atışından ve sanki içini görebilecekmiş gibi bakan delici gözleriyle kendisini süzüşünden iğreniyordu. Bir çeşit utanç duygusu kaplıyordu içini. Yeter ki Henry Fowler o şekilde bakmasın, evinden çıksın ve vadinin karşı yakasındaki kendi evine çekip gitsin; bunun için ne gerekirse yapabileceğini hissediyordu. Adamın o bakışları dünyadaki en berbat şey gibi geliyordu kadına.

Camın öbür tarafında, yağmur altında dikilmiş, gözlerini kırpıştıra kırpıştıra onu izliyordu yine. Keşke içeri davet etmek zorunda olmasaydı. İçeri davet etmeden, bir fincan bir şey ikram etmeden onu yollaya bilseydi keşke, ama adam komşularıydı ve vadinin karşı yakasından buraya, külüstür at arabasının tepesinde sarsıla sarsıla dokuz kilometre yol gelmişti ve ayrıca yağmur suyu da şapkasının siperinde birikip buruşuk gömleğinin omuzlarına damlamaya başlamıştı. Botları ve üzerinde bol duran şayaktan pantolonunun paçaları, yerden sıçrayan damlalar yüzünden sırılsıklam olmuştu.

Kadının onu sobanın yanında bir iskemlede yarım saat oturtması, içecek bir şeyler ikram etmesi gerekecekti. Hiç olmazsa bir fincan çay vermeliydi. Sabunlu ellerini eteğine kuruladı, gidip kapıyı açtı ve adamı içeri buyur etti.

“İçeri gelsenize Bay Fowler. Yağmurda kalmayın.”

Kadının adı Susan Boyce idi, yirmi altı yaşındaydı. Evlendikleri gün Thomas”la birlikte Liverpool'dan bindikleri Kasırga adlı tekneyle yeni bir hayata doğru yelken açalı sekiz ay olmuştu. Hayata sıfırdan başlama fikri ikisini de heyecanlandırmıştı. Haritadaki her şeyin o ıssız, virane görünüşünü, bitmek bilmeyen mesafeleri sevmişlerdi ve ilk zamanlar Susan onlara eşlik edenin yalnızca rüzgar ve yağmurun sesiyle güneş altında ufalanan kuru otların çıtırtısı olmasını dert etmemişti. Sessizliği de yadırgamamıştı ilk zamanlar.

Vardıkları bu kasabanın toz toprak içindeki bir caddeden ibaret oluşuna da aldırmamıştı. Ne bir tren garı vardı ne de bir kilise; yalnızca bomboş bir otel, bir tuhafiyeci, aynı zamanda ameliyathane olarak da iş gören bir manifaturacı, bir nalbant ve pazar yeri olarak kullanılan bir ağıl vardı. Kasabanın ötesinde uzanan çorak araziye doğru yirmi kilometre gittikten sonra karşılarına kayalardan, okaliptüs ağaçlarından, hoyrat dikenli bodur çalılardan ve şimdiye dek gördüğü en geniş gökyüzünden başka bir şey çıkmayışını da bütün bunların ortasında beliren kendilerine ait arazideki alçak damlı, yıkık evi de dert etmemişti. Civarda bir komşu çiftlik, bir çiftçi hanımı olmayışını da dert etmemişti. Tek komşularının, dokuz kilometre uzaklıkta, vadinin öte yakasında oturan bekar Henry Fowler oluşunu da dert etmemişti. Susan bunların hiçbirini dert etmemişti ve eğer şimdi Tom'la arası böyle olmasaydı, yine etmezdi aslında.

Oysa şimdi yakınlarda bir yerde, başka bir çiftçi hanımının olmasını nasıl da istiyordu. Arkadaşım diyebileceği biri olsaydı, belki bugüne kadar ona açılmayı başarabilirdi. Ama böyle biri yoktu. Evli bir kız kardeşi vardı Poole'da, ona mektup yazabilirdi, ama gelmesi belki bir yıl sürecek yanıtı beklemenin ne anlamı vardı ki? Bir yıl sonsuzluk demekti; bir yıl dayanabileceğini sanmıyordu, dayanabilse bile olanları kağıda dökebileceğinden emin değildi.

Bir keresinde, bir ay kadar önce Tom”la birlikte kasabaya indiklerinde, Tom çivi almak için bir yere gidince Susan'da manifaturacıdaki doktor muayenehanesinin cilalı siyah kapısının önüne kadar gelmişti. Elinde sıkıca kavradığı çantasıyla dışarıda bir süre dikilmiş, kapının ardında alçak sesle mırıldanan kadını dinlemiş, o kadının yerinde kendi sesini hayal etmeye çalışmış, ancak becerememişti. Yapamamıştı. Onun yapabileceği bir şey değildi bu. Ya doktor Thomas'la da konuşması gerektiğini söylerse? O zaman ne olacaktı?

Kasabada bir kilise olsaydı rahibe gidebilirdi. Rahibe anlatmak daha kolay olurdu diye düşündü, ama yine de böyle bir konuda rahibin ne diyeceğini kestiremiyordu. Ya sadece evine dönüp dua etmesini söylerse? Susan, bunu zaten denediğini söyleyebilecek miydi? Altı ayı aşkın bir süredir her gece yatağa girdiğinde yorgunluktan bitap düşene kadar dua ettiğini ama yine de bir işe yaramadığını anlatabilecek miydi? Gerçi en yakın kilise yüz altmış kilometre ötedeyken rahibi düşünmek vakit kaybıydı zaten. Tanrının olmadığı bir yere gelmişlerdi. Mahremiyetine burnunu sokmak için sabahın dokuzunda penceresinde biten Henry Fowler'ın buruşmuş kösele suratından başka hiçbir şeyin olmadığı, tanrısız ve arkadaşsız bir yerdi burası.

Ama Susan pes etmeyecekti. Kesinlikle etmeyecekti. Hayatı boyunca başka aksilikler, şu veya bu çeşit hayal kırıklıkları yaşamış, darbeler yemişti. Bu da onlardan biriydi, diğerleri gibi buna da katlanacaktı, hem zamanla her şeyin geçtiği doğru değil miydi zaten? Bu da geçecekti. Eninde sonunda her şeyin bir çaresi vardı. Yapması gereken o çareyi bulmaktı.

İçeri girdiklerinde, Tom'un tuz, yağ ve iğne almak üzere kasabaya indiğini, akşama kadar dönmeyeceğini söyledi Fowler'a. Fowler başını salladı, şapkasının siperinde biriken suyu kovadaki sabunlu suya döküp dökemeyeceğini sordu.

“Elbette,” dedi kadın, soğuk, resmi ve pek de nazik olmayan bir tavırla. Adamı bir köşeye buyur etti, çay için su kaynatacağını söyledi.

Sobanın başında, adamın ne istediğini, niye gelmiş olabileceğini düşünerek çaydanlıkla oyalandı. Orada oturup her zamanki gibi kendisini izlemeye başlayıp başlamayacağını merak ediyordu; öyle baktığı zaman ondan uzaklaşmak, adamın onu göremeyeceği başka bir odaya geçip bir kapı, bir duvar ya da bir paravan ardına gizlenmek istiyordu Susan. Birisi tarafından izleniyor olmak, hele Henry Fowler gibi birinin bakışlarına maruz kalmak bir şekilde her şeyi çekilmez hale getiriyordu. Onun kadar hırpani görünen birine pek az rastlamıştı. Acaba hapiste yatmış mıdır, diye merak etti.

Daha önce onları üç kez ziyaret etmişti; ilk gelişi eve taşınmalarından kısa bir süre sonraydı, birkaç ay sonra tekrar gelmiş, üçüncü ziyaretini ise daha geçen hafta yapmıştı. Her seferinde üzerinde aynı pasaklı giysiler olurdu: aynı buruşuk gömlek, onun üstünde koyun postundan o antika yelek, yağa batmış o şayaktan pantolon ve incecik boynuna doladığı o pamuklu paçavra. Susan'ın bugün onda dikkatini çeken tek şey eli boş gelmiş olmasıydı; daha önceki ziyaretlerinde elinde nezaketen hep bir hediye olurdu. İlk gelişinde kendi yaptığı tereyağından yüz gram, ikincisinde bir kavanoz dolusu kabak çekirdeği getirmişti. Son gelişinde de bir somun ekmek. Sert iklimin kavurduğu ufak elleri bu kez boştu; belli ki Henry Fowler bugün sadece kendini getirmişti.

Kırk beş yaşındaydı -sıska, kısa boylu, çarpık bacaklı bir adamdı; kavruk elleri ise bir kadın eli kadar ufaktı.

Sabah hava aydınlanırken vadinin diğer ucundaki evinin köhne sundurmasının korkuluklarına o kavruk ellerden birini dayamış ayakta dikilirken komşusunun siyah atlı arabasıyla kasabaya doğru ağır ağır yol alışını izlemiş ve yakışıklı kocanın tek başına gidip gitmediğini merak etmişti -acaba genç karısı o gün evde yalnız mı olacaktı?

Atlı arabaya yükledikleri eşyalarıyla aynı yoldan gelip evlerine taşınmalarını izleyeli altı ay olmuştu. O günden beri üç kez görebilmişti kadını. Elinde bir hoş geldiniz hediyesiyle üç kez ziyaretlerine gitmişti. Üç kez kocayla birlikte etrafı dolaşmış, kaydettikleri gelişmelere hayran kalmıştı. O pancarlar, bezelyeler, fasulyeler, sonra o patatesler, besili yeni domuzlar. İki yüz kadar tavuk ve bir de inek. Üç kez evlerinde onlarla birlikte çay içmişti ve haftalardır her gece sundurmasında oturup, ot kaplı çorak arazinin ötesindeki komşu evi gözlüyordu.

Susan. Adı buydu. Susan Boyce. Haftalardır ondan başka hiçbir şey düşünemez olmuştu. Katı, soğuk, gururlu yüzünü, kendisiyle konuşurken takındığı mesafeli, mağrur tavrı ve ona bakmasına tahammül edemediğini aklından çıkaramıyordu.

Atlı araba ufukta kaybolup artık görünmez olduğunda içeri girdi, bir süre oyalandıktan sonra ayağına botlarına geçirdi, şapkasını taktı ve arabasının tepesindeki sürücü koltuğuna tırmanıp vadiden aşağıya, kadının evine doğru yola çıktı.

Şimdi onun masasında oturmuş ufak baş parmağıyla piposunun çanağına tütün bastırırken, bir yandan da kadının sobanın başında dikilişini izliyordu.

Henry Fowler'ın hâlâ kodes kaçkını gibi göründüğü doğruydu doğru olmasına ama yaşlı bir denizciyi de andırıyordu bir yandan; hatta üzerine pantolon yelek giydirilmiş, kafasına fötr şapka geçirilmiş şu panayır maymunlarına da benziyordu. Ufak tefek, kavruk, çirkin bir adamdı ve şimdi orada oturmuş, rüzgârın ve yağmurun sesini, Thomas Boyce'un domuzlarının homurtusunu, sobada yanan alevin çıtırtısını, üzerinde kaynayan çaydanlığın fokurtusunu dinlerken küt küt atan kendi kalbini de duyabiliyordu.

Aslında, o esnada Fowler beklediğinden çok daha fazla gerilmişti.

Koyun postundan yeleği çatırdadı; söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Oysa buraya gelmeden önce aynanın karşısına geçip yarı çıplak bedenine bakarak bir saat boyunca söyleyeceklerini prova etmiş ve her şey yolunda gitmişti. Fazla zorlanmadan çıkmıştı sözcükler ağzından. Oysa şimdi öteki adamın sobanın başında dikilen karısının incecik sırtına bakarken sözcükler aklından uçup gitmişti.

Telaşla piposundan birkaç nefes daha çekti ve yapılacak en iyi şeyin üstündekileri çıkarmak olduğuna karar verdi.

Yeleğini çıkarıp iskemlenin arkasına yerleştirdi, boynuna doladığı kir içindeki paçavranın düğümünü çözdü, onu da yeleğin üzerine bıraktı. Düğmelerini tek tek çözmeye başladığı buruşuk keten gömleği sonunda pantolonun belini tutan palaskadan aşağıya sarktı ve tam o anda Susan Boyce arkasını döndü. Döndü ve bir çığlık atıp çaydanlığı yere düşürdü ve sonra da eliyle ağzını örttü.

Henry Fowler'ın bir güvercininkine benzeyen dar göğsü bilinmeyen tuhaf bir ülkenin haritasını andıracak şekilde pörsümüş, pütür pütür olmuştu. Göğsünü çepeçevre kuşatan kabarık, pembe renkli, ip gibi bir iz vardı ve bu izin iç tarafındaki deri sanki haşlanıp kavrulmuştu; tıpkı bir mumya ya da bataklığın dibinde binlerce yıldır yatmakta olan bir yaratık gibi rengi koyulaşmış, sertleşmiş ve meşine dönmüştü.

Adam sırtını döndü sonra. Omuzlarında koyu mürdüm eriği renginde, üçgen şekilli üç ayrı, leke vardı; onların hemen altında, sırtının büyük bir bölümünü kaplayan, yine koyu mürdüm renginde şekilsiz bir leke daha vardı -hayli irice, yuvarlak, buruş buruş bir iz.

Onun altında, pantolonunu tutan palaskanın biraz üzerinde ki bölge, havai fişeklerin görüntüsünü andıran, beş on tane derin ve pürtüklü yara iziyle doluydu.

“Karım,” dedi, Henry Fowler aradığı sözcükleri nihayet bularak. “Benden daha iriydi.”

Yara bere içindeki gövdesinin alt ve arka kısımlarına bakarak göğsünün nasıl böyle kapkara hale geldiğini (bakır güğümdeki kaynar suyla), sırtındaki koyu renkli üç ayrı üçgen lekeyi (karısının ütüsüyle), onların altındaki iri, yuvarlak izi (kızartma tavasıyla) ve pürtüklü yaraları (ucu kor olmuş ocak demiriyle) tek tek anlattı. Sonra neredeyse fısıldayarak, palaskasının alt kısmında başka bir-yarası daha olduğunu, ama onu gösteremeyeceğini söyledi Susan Boyce'a. Hayır. Gaddar bir eşin keskin bir dikiş makasıyla yapabileceği en kötü şeyin ne olduğunu kendisi de tahmin edebilirdi.


Susan Boyce hiçbir şey söylemedi, yalnızca baktı.

“Pancarların dibinde yatıyor” dedi Fowler usulca. Bir gece kadın uyurken meyve bıçağının kısa keskin tarafını kalbine saplamış, sonra cesedi dışarı taşıyıp bütün eşyalarıyla birlikte gömmüştü: eteklerini, takunyalarını, saç tokalarını, kızartma tavasını, eski bakır güğümünü, ütüsünü, ocak demirini, dikiş makasını, ona ait olan ya da dokunmuş olabileceği, karısını hatırlatan ya da peşine düşeceğini aklına getiren, evin sert toprak zemininde öfkeyle takunyalarını şakırdatarak her an arkasından saldıracakmış duygusu uyandıran ne varsa hepsini gömmüştü.

Kasaba ahalisine, karısının kaçıp onu terk ettiği söylentisini yaymıştı.

Susan Boyce hiçbir şey söylemedi, yalnızca baktı.

Yüzü durgun ve ifadesizdi. Henry Fowler’da, hata ettim, baştan beri yanılmışım meğer, diye geçirdi içinden.

Önceden gayet emindi, ancak şimdi yeleği iskemlenin arkasına asılmış, boyun bağı iskemleye düşmüş, gömleğinin yenleri bacaklarının arasında atlama ipi gibi sarkmış halde kadının önünde dikilirken, Henry Fowler kendi kendine şöyle dedi: 'Bu eve ilk adım attığım andan itibaren kadının omuzlarında şal, üzerinde yüksek yakalı elbiseyle evin içinde dolanıp durmasını, iskemlesinin arkasından eğilip kocasının çayını koymasını izleyip durdum ve odada, orada olmayan bir şeyin kokusunu sezdim, ama bu akşam eve döndüğünde söylediğim her şeyi anlatacak kocasına, o da hemen kasabaya gidip birkaç adam toplayacak, ellerinde kürekleriyle buraya gelecekler ve pancarların dibini kazacaklar, gövdemdeki yaralara bakacaklar, ben o yaraların nasıl olduğunu anlatacağım, birbirlerine bakıp Henry Fowler'ın şu ufak toprak parçasından başka bir haltı bulunmayan, adi ve aşağılık bir kodes kaçkınından başka bir şey olmadığını düşünecekler, başlarını sallayarak bana yalancı diyecekler ve sonra da beni asacaklar..'

Gömleğinin kollarını toparlamak için çarpık bacaklarının arasını eşelemeye başladı. Giyinir giyinmez at arabasına atladığı gibi vadiye dönecekti, sonra ne yapacağını eve varınca düşünürdü; ya verandasında oturup adamların gelip onu almasını bekleyecek ya da hemen o akşam yola çıkıp onu bulamayacakları bir yere gidecekti. Veyahut dedi kendi kendine, ertesi sabah buraya tekrar gelmeli, kadının kocasına her şeyi dilinin döndüğünce anlatmalıydı, o zaman anlayış gösterirdi belki. Giysilerini bıraktığı iskemleden almak için eğildi, boyun bağını aldı, omuzlarına gömük kafasının arkasında düğümledi, kollarını yere sarkan gömleğinin yenlerine daldırdı ve muhtemelen tek kelime dahi etmeden, uzanıp şapkasını aldığı gibi kapıya yönelerek derhal oradan ayrılacaktı ama tam doğrulup Susan Boyce'un durduğu köşeye baktığı esnada kadının korsesinin bağcıklarını çözmeye başladığını gördü.

Kadın eteğinin belini gevşetti ve kombinezonunu başının üzerinden çekip çıkarıp iç eteğinin bantlarını da çözünce giysileri üzerinden kayıp aşağıya, ayaklarının dibine, yerdeki kırık çaydanlık parçalarının ve soğumaya yüz tutmuş su birikintisinin üzerine düştü. Artık yalnızca yün fanilası ve paçalı keten donuyla duruyordu adamın karşısında, sonra onları da çıkardı. Çabucak ve telaşla yaptı bunu, sanki bunları ona göstermeye bir daha fırsat bulamayacağından eminmiş gibi, sanki adamın ondan yana olduğuna o esnada bile inanamıyormuş gibi.

Üzerinde giysileri yokken daha minyon, her yönden daha farklı görünüyordu. Adamın önünde dönerek çatalını, kalçalarının ve uyluklarının şişmiş etlerini, yeşil, siyah ve sararmaya yüz tutmuş çürüklerle harelenmiş karnını, ensesinden, saçlarının hemen dibinden başlayarak sırtından aşağıya doğru yarım kalmış bir çukur gibi uzanan morumsu ize dek her yerini gösterdi. Yerdeki çay birikintisinin ve giysi yığının üzerine basarak adama yaklaştı. Ufak, kavruk elini tutup yanağına götürdü, ne kadar yorgun olduğunu ancak şimdi anlamış biri gibi gözlerini kapattı ve sonra adama sordu, acaba zahmet olmazsa çukuru kazmak için ona yardım eder miydi?

web sayfası

06 Haziran 2020

Olive Kitteridge


Olive Kitteridge (2014)

Yönetmen: Lisa Cholodenko
Senaryo: Jane Anderson, Elizabeth Strout
Müzik: Carter Burwell
Dizi: 4 Bölüm (her bölüm yaklaşık 1 saat)

Oyuncular
Frances McDormand, Richard Jenkins, Ken Cheeseman, Ann Dowd, Adam J. Freeman

Özet
Yazar Elizabeth Strout’un Pulitzer ödüllü romanı “Olive Kitteridge” den uyarlanan mini dizide bir New England kasabasının hikayesini sert görünümünün altında sıcak bir kalbe sahip olan Olive Kitteridge’in gözünden izleyeceğiz. 25 yılı kapsayan hikaye Olive’in eşi Henry, oğlu Christopher ve çevresindekilerle kurduğu ilişkilere odaklanıyor. Dört bölümden oluşan mini diziyi buradan indirip izleyebilirsiniz. (boyut : 2.94 GB) 

23 Mayıs 2020

Georgi Gospodinov-Hüznün Fiziği



Bulgaristan’ın 1989 sonrasında en çok çevrilen yazarlarından biri olan Georgi Gospodinov 1968 yılında Yambol’da doğdu. Sofya Üniversitesinde Bulgar filolojisi okuyan Gospodinov, 1992’de yayımladığı ilk şiir kitabıyla edebiyat dünyasına başarılı bir giriş yaptı.

Bir süre şiire ağırlık verdikten sonra düz yazıya yönelerek Doğal Roman’ı (1999) yayımladı. Uluslararası çapta ilgi gören roman yirmi üç dile çevrildi; onu takip eden ilk öykü kitabı Ve Başka Öyküler (2001) ise sekiz dile çevrildi. İkinci romanı Hüznün Fiziği, 2016 Jan Michalski Edebiyat Ödülü de dahil olmak üzere birçok ödüle layık görüldü. Öykü, roman ve şiir yazmanın yanı sıra oyun ve denemeler de kaleme alan Gospodinov halen Sofya’da yaşıyor.

Kitapları: (Türkiye'de yayınlanan)

2018-Doğal Roman
2017-Hüznün Fiziği


Georgi Gospodinov-Hüznün Fiziği
272 Sayfa / Metis Yayınları-2017

 "İnsan bir süreliğine susmalı ve oluşan sessizlikte başka bir öykü anlatıcısının –bir balık, yusufçuk, sansar veya bambunun, bir kedi, orkide veya çakıltaşının– sesine kulak vermeli. Arıların roman yazmadığını, örneğin, nereden biliyoruz? Tek bir bal peteğini bile okuduk mu? Veya balıklardan başlayalım. Evrimin nasıl da büyük bir bölümü balıkların sessizliğinde kilitli duruyor, bizden önceki tüm o asırlar boyunca nasıl da çok bilgi biriktirmişler! Bu sessizliğin derin, soğuk depolarıdır onlar." 

Bulgar yazar Georgi Gospodinov’un dönemden döneme, hikayeden hikayeye  atlayarak ince ince kurduğu bir labirent-roman Hüznün Fiziği. Romanın anlatıcısı, başkalarının zihinlerine nüfuz edip onların yaşadıklarını yaşayabilen bir adam. "Ben geçmiş satın alan bir kişiyim. Öykü tüccarı. Başkaları çay, kişniş, çek senet, altın saat, toprak ticareti yapar. Ben geziyorum ve toptan geçmiş satın alıyorum. Bana ne derseniz deyin, ne isim verirseniz verin. Elinde toprak olanlara ‘toprak sahibi’ derler, ben zaman sahibiyim, başkalarına ait zamanın sahibiyim, başkalarına ait öykülerin ve geçmişin sahibiyim. Dürüst bir alıcıyım, fiyatı asla düşürmeye çalışmam. Sadece özel geçmiş, belirli insanların geçmişini satın alıyorum. Bir seferinde bana koca bir devletin geçmişini satmaya çalıştılar, kabul etmedim."  (Tanıtım Bülteninden)

Efsane'nin özeti

Girit’te hüküm süren güçlü kral Minos, gücünü kanıtlamak için denizler tanrısı Poseidon’dan ona kurban etmek üzere bir boğa vermesini ister. Posedion boğayı Minos’a verir. Fakat hayvan, Minos’un hoşuna gider ve Minos, boğayı kurban etmez. Bunun yerine başka bir boğayı kurban eder. Poseidon bunu fark ettiğinde çok sinirlenir ve Minos’un karısını boğaya âşık eder. Minos’un karısı Pasiphae, boğayla çiftleşir ve boğa başlı, kuyruklu ama insan bedenli Minotor doğar. Minotor herkese zarar veren bir yaratıktır ve bunun üzerine mimar Daidalos’un yaptığı bir labirentin içine kapatılır.
  
Resim:Picasso / Minotorların Kralı-1958

Yarı insan-yarı boğa bir yaratık olan Minotor (Yunanca “Minos’un Boğası” anlamında), peyderpey tüm romanı ele geçiriyor. Koridorlarına gizlice sızılan öyküler, Birinci Dünya Savaşı etrafında başlarken, Trakya'nın uçsuz bucaksız düzlüğünde yaşananlar akıp götürüyor okuru.

Roman paralel anlatımlı bir aile romanı gibi başlıyor. Gece yarısı yatağı, uykuları, rüyaları karakoncoloslar bastığında, gümüş kaşık gibi korunan savaş ganimeti Macarca sözcükler, göklerden gelen Macar anneanneler, uzun dakikalar derken romanı kolayca niteleyip sınıflandıramayacağınız belli oluyor. Gospodinov’un hızlı zaman ve karakter geçişlerini, okuru hiç hırpalamadan bu kadar akıcı yapabilmesi, şahane. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın giderek romanın merkezine yerleştiğini düşünüyorsunuz, yaşanan her şeyin sebebi dünya savaşları dediğiniz anda Gospodinov bir anda rotayı değiştiriyor.

Olayları rasyonel bir çizgisel zamanda anlatmıyor yazar. Şiirli bir üslupla efsaneleri yanından eksik etmiyor. Yeraltındaki kiralık odalarının küçük penceresi, sokaktan geçen ayakkabılar, ayaklara göre insan uydurma oyunları, viraj öncesi vızıltılarından araba tahmin etme oyunları, karınca kargaşaları… Tüm bunlar bir çocuğun hayali oyuncaklarına dönüşüyor. Aşı izleri, mezarlıktan öğrenilen harfler, okumayı ölülerden öğrenen çocuklar, ailelerin uzun sır ve yalan zincirleri, ikiye bölünen dünyalar derken Gospodinov, asırlar öncesinin Minotor efsanesini zaman ve mekana hınzırca taşıyor. Minotor efsanesinin altını eşelerken bir anda günümüze, tahripkar bir bilgisayar virüsüne, oradan da bilgisayar oyunlarına geçiveriyor yazar. Aniden kendimizi Baudrillard’ın bir tür simülasyon kitabında gibi hissediyoruz. Olaylar akıp giderken Yunan mitolojisinde yenen çocukları listeliyor bir anda, Gospodinov.

Altını çizmek isteyeceğiniz yüzlerce cümleyle dolu Hüznün Fiziği. Sarı evlerin hafif çürük ve aseton kokuları, gizli koridorlar, ayna nöronlarla öyküler sürüyor. Romanda en çok tekrar eden kelime, labirent! Her gerçek şair gibi Gospodinov’un da yanından ayırmadığı sözcükleri var. Bu güzel romanı tek bir sözcükle ifade etmek istediğinizde de "labirent"ten daha uygun bir kelime gelmiyor aklınıza. Bir de yazarın patolojik empatisini, yani başka bedenlere yerleşme ısrarını sık sık hissediyorsunuz. Gospodinov samimice anlatıyor her şeyi, kabuklarının altına saklanmıyor.



Kitaptan bir Bölüm:


BİR TERK EDİLİŞE KARŞI
 “M“ DAVASI

Minos, Girit sarayının mahzenine tünelleri o kadar karışık bir labirent yaptırmış ki, bir kere içine girdin mi çıkış yolu bulman imkânsız. Minos, bu yeraltı labirentine ailesinin ayıbını, karısı Pasiphae'nin oğlunu, Minotor'u hapsetmiş. Karısı bu çocuğa, Poseidon tarafından gönderilen bir boğa ile yattıktan sonra hamile kalmış. Minotor - insan bedeni ve boğa başına sahip bir canavar.

Atinalılar her dokuz yılda bir Minotor tarafından yenmek üzere yedi bakire ve yedi delikanlı göndermek zorundaymış. O zaman Minotor'u öldürmeye karar veren kahraman Theseus ortaya çıkmış. Ariadne, babasından gizli olarak, Theseus'a keskin bir kılıç ve bir ip yumağı vermiş. Theseus ipin ucunu girişe bağlayıp sonsuz koridorların içine Minotor'u avlamaya girmiş. Yürümüş, yürümüş ve aniden korkunç bir kükreme duymuş -canavar kocaman boynuzlarıyla üzerine doğru koşuyormuş. Korkunç bir boğuşma başlamış. Sonunda Theseus, Minotor'u boynuzlarından yakalayıp keskin kılıcını göğsüne saplamış. Canavar yere yığılmış, Theseus onu ta çıkışa kadar sürüklemiş. (Eski Yunan Mitleri ve Efsaneleri)
                                                                                 
DOSYA

          Hayatta olan ve olmayan, tüm zaman ve coğrafyalara ait saygıdeğer mahkeme üyeleri, sayın bay ve bayan mit toplayıcıları ve anlatıcıları, ve şu anda yeraltı aleminin hakimi olan siz, sayın Bay Minos.
          Bu davayı, "M.” davasını, otuz yedi yıldır hazırlıyorum ve savunma konuşmamı yazıyorum. Ona dokuz yaşındayken dedemin uzun zamandır kullanmadığı eski askerlik defterine silinmez kalemle başladım. (Fakat bu benim deftere yasa dışı bir şekilde el koymamı haklı çıkarmaz. Görüldüğü gibi, başlangıçta daima bir suç vardır.)
           Yazdıklarımın ilk hali şöyleydi:
           Minotor suçsuzdur. O mahzene kapatılan bir çocuktur. Korku içindedir. Terk edilmiştir.
           Ben, Minotor..

           Tüm metin buydu. Defterin iki sayfasına büyük harflerle yazılmıştı. Onu davayla ilgili diğer malzemelere dahil ediyorum. Temel iddia, ana hatlarıyla, bu. Yıllar içinde sadece kanıtları dahil ettim. Ve bana kendiliğinden gelen işaretleri topladım.

            Klasiklerin hiçbirinde Minotor'a karşı herhangi bir merhametle karşılaşmamış olmam çarpıcıdır. Yerleşik bilgilerde, Minotor'a bir sefer takılmış olan canavar maskesinin dışına çıkma diye bir şey yok. Minotor söz konusu olduğunda, eski metinlerde ağızlara pelesenk olan en masum kelime canavardır. Ovidius Dönüşümler'inde ona "çifte tabiatlı yüzkarası” ve "biçimsiz canavar” demiyor mu? Yüzkarası ve ucubeden başka bir şey değil. Sadece birkaç ay sonra kendisinin de Pontus'a, açık hava Roma labirentinin dibine gönderileceğinden ve bu taşradan geri dönüş yolunu asla bulamayacağından şüphelenmemiş miydi acaba... İnsan taşraların labirentinde olduğunda, tüm yollar Roma'ya çıkmaz, sevgili Ovidius.

       İşin tuhafı daha eski bir kitabında, Heroides veya Epistulae Heroidum'da, Minotor'a karşı çok daha ılımlıdır. Çaresizliğin eroinini en iyi yansıttığı için ben Heroines olarak çevrilen başlığı tercih ediyorum. Orada terk edilen Ariadne gemiyle artık Atina'ya giden Theseus'a yazar. Ve aşk yüzünden Minotor'un ölümüne ortak olan bu kadın, ilk defa yaptığından pişmanlık duyar sanki: Sana verdiğim ip olmasaydı, o rüzgarlı labirentte çoktan ölmüştün, Theseus. Hayatta olduğumuz sürece güya benim olacaktın. İşte hayattayız, eğer sen de hayattaysan, demek adi bir yalancının, şerefsizin tekisin sadece. Keşke o kahrolası ipi vermeseydim vs. Ama bizim davamız için önemli olan, bir sonraki satırda Minotor'u ilk kez kardeşi olarak isimlendirmesidir: "Kardeşimi, Minotor'u öldüren o sopa beni de kınıyor.” Saygıdeğer mahkeme üyeleri için belirtelim, canavar ilk kez başka bir insan tarafından kardeş olarak kabul edilmiştir.
      "Kardeşim Minotor” - bunu unutmayalım.

"Boğa yüzüne sahipti, geride kalanıyla insandı,” der dingin ve her şeyi bilen Apollodorus (veya sözde Apollodorus) MÖ 2. yüzyıl civarlarında. Belki de müvekkilimize karşı olumsuz sıfat kullanmayan tek kişi odur.

Kurnaz Plutarkhos ne yapar? Dilini günaha sokmamak için M. konusunda Euripides'in ağzından konuşmayı seçer. Euripides ona "Canavar suretinde doğan bir kırma ve melez” der. Aynı şekilde: "İki farklı fıtratı birleştirmiştir o, insan ve boğayı.” İkincisi kulağa oldukça tarafsız geliyor, ki bizim durumumuzda buna merhametli denilebilir, yani Minotor'un insani yönü yine ortada.

Ondan farklı olarak İsa'nın neredeyse akranı olan Seneca, Phaedra'da Roma askerlerini bile utandıracak bir dil kullanır. Hyppolytous Phaedra'ya, kahrolası sürtük, sen, vahşi şehvetini sergilemek için canavarı doğuran annen Pasiphae'nin bile önüne geçtin, der. Ama niye şaşırıyorum ki, seni de o çifte suretli hicabı içinde çalkalayan rahim taşımadı mı... O dönemin lisanıyla bu tür şeyler söylenmiştir.
İtiraz mı ediyorsunuz, sayın savcı? Dilden dolayı ise, sözler bana ait değil, çeviri ise oldukça titiz. Davamızla hiçbir alakası yok mu? Yanılıyorsunuz. Bir çocuğun terk edilip zorla hapsedilmesi söz konusu. Geçmişi tarafından damgalanan bir çocuğun, ki bundan sorumlu tutulamaz. Bunları haksız karalama, itibarsızlaştırma, kamuoyunda dolaşan yalanlar takip ediyor... Yine de satır aralarından, ağızdan kaçan ve yarım ağızla söylenen bazı ifadelerden olsa bile, Minotor'un insan doğasının kabul edildiği ortada. İnsan haklarının kendisinden alınmış olmasına rağmen. Bunun kaydedilmesini ve bana devam etme hakkının tanınmasını talep ediyorum, hakim bey.

Şair Vergilius, Augustus'un gözdesi, aşağıdaki iki dizeyle kurbanı laf arasında eziverir: "Minotor, korkunç birleşmenin çifte suretli meyvesi / doğa dışı şehvetin daimi hatırası...” Her kelimesi tiksinmeyle dolup taşıyor. 

Vergilius demişken, Dante'yi anmadan olmaz. Cehennem'de Minotor yedinci, en kanlı dairenin hemen girişine yerleştirilmiştir: "utanç ve kötülük abidesi korkunç Minotor / dar kıyıların hemen girişinde tek başına yatıyor.” Dante, öncüsü Vergilius'a göre çok daha acımasız. Labirentteki sürgününden ve Theseus'un kılıcı tarafından öldürüldükten sonra müvekkilimiz kan emicilerin, zorbaların ve doğa kanunlarına karşı suç işleyenlerin yanına atılmıştır. Fakat Minotor suçu işleyen değil, böyle bir günahın sadece bir meyvesi, kurbanı, en ağır sonuçlara katlanan bir kurban değil midir?

(Bu arada bu yedinci daire sentorlar tarafından korunur. Bedeninin belden aşağısı hayvan, gövdesi insan olan sentor, Minotor'un aynadaki yansıması gibidir.)

Edebiyat sürekli Minotor'un vahşi doğumuyla uğraşıp dursa da, görsel sanatlar onun ölümüne odaklanmış durumda. Sahip olduğumuz tüm antik fresklerde, vazo süslemelerinde, mit ve efsane resimlerinde sahne hep aynıdır -Theseus canavar Minotor'u öldürür. Minotor her an kılıçla öldürülmek üzere veya artık ölüdür ve Theseus onu boynuzlarından sürüklemektedir. Görüntüler, kılıçla yakın dövüş tekniği serisine benzer.


Theseus Minotor'u bir boynuzundan tutmuş, çift başlı bir kılıçla göğsüne saldırıyor. Minotor sıradışı büyüklükteki başını Theseus'un kucağına yaslamış, boğazını kılıç darbesine açıyor.

Theseus Minotor'un arkasında, sol eliyle boğazını kavramış, sağ eliyle ise kısa kılıcını göğüs kafesinin altına, yumuşak dokunun olduğu bir yere saplıyor. Beden insan bedeni. Sen bir insanı öldürüyorsun, Theseus. Kılıç kolayca giriyor. Evet, tüm sahnelerde Minotor'un güya korkunç bedeni savunmasız, bunu gizlemenin yolu yok.

     Bir kiliksin, şu sığ şarap kadehlerinden birinin tabanında, Minotor yakışıklı bile görünüyor, daha çok Mağripliye benziyor, dudakları duygulu, burun delikleri güzel, dizlerinin üzerine oturarak bedenini ihtiyatsızca Theseus'un kılıcına açmış. Theseus ise sağ ayağı ile kasıklarının üzerine basıyor.

      Birkaç korunmuş resimde Theseus'u Minotor'un uysal cesedini peşinde sürüklerken görüyoruz... Davanın diğer uzaktan avukatı, Bay Jorge'nin savunmasından da belli olduğu gibi, Minotor neredeyse karşı bile gelmiyor.

Sahnelerin bazılarında cinayet çok daha vahşi, daha sert ve daha barbarca işleniyor -ağır bir sopa, budaklı ahşap bir gürz, günümüzdeki beysbol sopasının kaba bir atası. Bir öküz veya boğayı öldürmek, köy kasaphanelerinde hâlâ yapıldığı şekliyle, baltanın ters tarafıyla alına bir darbe indirmektir.

Sadece çocukluk ve ölüm. Aralarındaysa hiçbir şey yok. Karanlık ve sessizlik dışında.

Bayanlar ve baylar, tüm bunların dikkate alınmasını talep ediyorum.

VİRÜSLER

Ortalıkta keçiler ve güller flört ediyordu
korku içinde bağırdım: Tanrım, nedir bu?
Kurtar bizi böyle bir günahtan
Tanrı duydu, sağ elini aralarına koydu
Ah, dünya, ikinci bir Sodom'dan kurtuldun!
                                        (Arles'lı Gaustin, 17. yy)

Dedalus'un doğanın yasaklamış olduğu şeyi gerçekleştiren sıradışı zanaatkârlığı hakkında birkaç söz. Dedalus ahşaptan bir inek yapmış, onu gerçek deriyle kaplamış, boş kamına ise Minos'un karısını, boğaya karşı şehvetten kuduran Pasiphae'yi tıkmış. İneği tekerlekler üzerine koymuş ve onu boğanın genelde otladığı çayıra götürmüş. Gerisi belli. Sözde Apollodorus'un anlattığı gibi, "Boğa gidip gerçek bir ineğe sahip olurcasına ona sahip olmuş. Pasiphae böylece Minotor adı verilen Asterius'u doğurmuş.”

Fakat mit, gizlenen başka bir sonuç hakkında sessiz kalır. Acaba Truva Atı ahşap Girit ineğinden doğmuş olabilir mi? Onun da içi boş, o da tekerlekler üstünde, ama epeyce büyük, karnına tam otuz silahlı asker sığıyor, ama onlar ayartmak için değil istila etmek için orada. İneğin at doğurması, kadının boğa-insan doğurması: Dedalus, türlerin tarihine Truva Atı sokmuştur. Birkaç bin yıl sonra ise ahşap bedeni olmayan, herhangi bir bedeni dahi olmayan yeni bir mirasçı doğacaktır -tahripkar bilgisayar virüsü "Trojan” veya "Truva Atı”. Yararlı bir programmış gibi davranır, bir-iki gün sessizce durduktan sonra da coşar, siler, kapılar açar, korumaları yok eder, sanal Truva'ya yabancı gözlerin girmesine izin verir.

Ve tüm bunlar Dedalus'un sıradışı zanaatkârlığından doğmuştur. Ki bunlar gizemli Gaustin'in on yedinci yüzyılda ısrarla vurguladığı doğa kanunlarına ters düşer.

                                    Düzen var burada ve Tanrı hata işlemez
                                    Sinek ile koç, lale ile meşe eşleşmez.

MİT VE OYUN

Minotor ve bilgisayar oyunları hakkında konuşalım mı? Son yıllarda epey çoğalan oyunların herhangi birine girin. Klişeler ve klasikler. Minotor, ikinci sınıf filmlerdeki orta ayar bir dövüşçüye benzer. Kısa bacaklı ve kaslı, kıllı, ensesi kısa ve kalın, ikizkenar yamuk şeklinde bir terminatör suratı ve alakasız minik boynuzlan var. Bazılarında ise ek olarak eğri bir domuz dişi de var. Diğerleri yetmiyormuş gibi, boğayı alıp bir de yaban domuzuyla çiftleştirmeleri icap etmiş.

Saygıdeğer Ovidius, Vergilius, Seneca, Plutarkhos, Euripides, ve siz Bay Dante "Cehennem” (lakabınızı da yazayım), gelin mitolojinin ne hale geldiğini bir görün. Horladığınız kahramanı gelin bir görün. Bugünkü imajına çok katkınız oldu. Bakın ve ağlayın, siz, antik dönemin oyuncu ecdadı. Bir gün, gerçek zamanda bir araya gelerek bir el oynayabiliriz. Gerçek zamanda, ha-ha-ha...

"Minotor Labirentte", "Warcraft", "Savaş Tanrısı” veya... başka bir 3D oyun oynarız. Ama o zaman sadece Minotor üç boyutlu olacak, bizse dijital dönemin başlangıcına ait, renkleri solmuş, hazin çizgi film karakterleri, iki boyutlu gölgeler olacağız (gölgelerin krallığında olacağız sonuçta, öyle değil mi).


MİNOTORLU MADONNA

Bir çocuk annesinin kucağında oturuyor. Kadın onu sol elinde tutuyor, herhalde onu daha yeni emzirdi ve geğirmesini bekliyor. Çocuk çıplak. Sahne o kadar iyi biliniyor ve Çocuk İsa'nın doğumundan sonraki tüm temsillerde o kadar çok tekrarlanmış ki, ikonik özellikte. Ama resmi eşsiz kılan bir farklılık var. Çocuk, boğa başlı. Küçük boynuzlar, çekik uzun kulaklar, birbirinden uzak gözler, geniş burun delikleri. Bir dana başı. Pasiphae çocuk Minotor'la. Bakire Meryem'den asırlar önce.

Resim tek. Bir zamanlar Etrüsklere ait olan Volci şehri civarında, bugünkü Toskana'da bulunmuş. Paris Ulusal Kütüphanesi'nin koleksiyonunda görülebilir. Birisi, gün gibi ortada olan ve mitin çabucak unutacağı şeyi hatırlatma cür'etinde bulunmuş. Söz konusu olan, bir bebek. Bir kadının taşıyıp dünyaya getirdiği bir bebek. Söz konusu olan, bir süt çocuğu, hayvan değil. Yakında yer altına gönderilecek olan bir çocuk. Minos'un ne yapacağına, damgalı çocuğu dünyadan nasıl saklayacağına karar vermesi herhalde belirli bir zaman, aylar, belki de bir-iki yıl almıştır. Anne ve oğulun yüzlerine dikkatlice baktığımızda, her ikisinin de artık bildiğini görebiliriz.

Yoksa bu tam da ayrılık ânı mıdır? Annenin sol eli artık sarılmıyor, uzaklaşıyor ve vedalaşmak için çocuğun sırtının arkasından hafifçe sallanıyor.

Daha sonra mit, terk edilişinin günahını aklamak için, gelecekte terk edeceğimiz tüm çocukların günahını aklamak için bu çocuğu canavara dönüştürecektir.


CHİLD-UNFRIENDLY* (İng. çocuk-dostu olmayan —ç.n.)

Yunan mitolojisinde çocuğun olmaması çarpıcıdır.
Eğer antik dönemi insanlığın çocukluğu olarak kabul edersek, bu çocukluk dönemi neden tam da çocuktan bu denli yoksundur? Anlaşılan herkesin çocuk gibi davrandığı bir yerde gerçek çocuklar istenmiyor. Var olanlar genelde babaları tarafından yeniliyor. Yenmeyenler ise babalarını yiyor. Daha zamanın başlangıcından, Kronos ve çocuklarından beri bu böyle.

       Zaman'ın çocuklarını daima yediği aşikar. Ama zaman, ışığın mevcut olduğu, karanlık ile aydınlığın, gece ile gündüzün birbirini takip ettiği bir yerde olur. Bu durumda şu gerçek ortaya çıkıyor: Zamandan muaf olan tek yer, mağaranın mutlak karanlığıdır. Çocuk Zeus orada gizlenmiştir. Kronos'un (Zaman'ın) hükmetmediği tek yer orasıdır.

     Minotor'da yeraltı labirentinin karanlığında gizlidir. Zaman orada akmadığı için o daima çocuk kalır.

Biz de bodruma, bu geç dönem şehir mağarasına, salça ve komposto kavanozlarının arasına kilitleniyorduk, geçici Minotorlar gibi.

Bir teyzem vardı, misafirliğe her geldiğinde seni yiyeceğim diye beni korkuturdu. İri kıyım ve hantal, Titanlar soyunun geç bir kalıntısı gibi karşıma dikilirdi, ojeli, yamyam tırnaklan olan devasa ellerini açardı, dehşet verici bir şekilde dişlerini gösterdiğinde iki gümüş diş parlardı ve karnından gelen derin bir hırlamayla bana yavaşça yaklaşırdı. Top gibi kıvrılıp çığlık atardım, o ise gülmekten sarsılırdı. Çocuğu yoktu, onları yemiş olmalıydı.


YUNAN MİTOLOJİSİNDE YENEN ÇOCUKLAR
(TAMAMLANMAMIŞ LİSTE)

Başta tabii ki Kronos'un çocuklan var, tanrının kendisi tarafından yutulan Hestia, Demeter, Hera, Hades, Poseidon. Ve Zeus'un yerine sargı bezlerine kundaklanmış uzun bir taş.
Zeus, rahminde gizli olan Athena yüzünden karısı Metis'i yutar (dolayısıyla henüz doğmamış olan Athena'da yutulur). Daha sonra Athena Zeus'un başından tam teşekküllü savaş kıyafetleri içinde doğacaktır.

Trakya kralı Tereus'un oğlu İtis (İtil), annesi ve teyzesi tarafından öldürülüp hiçbir şeyden şüphelenmeyen babasının sofrasında sunulmuştur. Ovidius olayı Değişimler'in 6. kitabında anlatır: güven içinde katile sarılan çocuğu, kılıç darbesini, sıcak bedenin bir parçasının çömleklerde kaynayıp kalanın şişte kızartılmak için saklanmasını... Ve sonunda Tereus, akşam yemeğinde "kendi etinden olan bir etle karnını tıka basa doyurdu".

Daha var... Tantalos'un oğlu Pelops'un öyküsü. Pelops, babası tarafından parçalara doğranmış, güzelce pişirilip tanrılara sunulmuş. Ve sadece Demeter, kederinin dalgınlığıyla, omzunun bir parçasını yemiş.

Buraya, Zeus'u sınamak için sofrasına torunu Arkas'ı sunan Arkadya kralı Lykaon'un muğlak öyküsü de dahildir.

Bu listede Minotor'un yediği genç erkekleri ve kızları bulamazsınız -mitin bu bölümüne inanmıyorum. Ayrıca boğalar otoburdur.
Zeus, rahminde gizli olan Athena yüzünden karısı Metis'i yutar (dolayısıyla henüz doğmamış olan Athena da yutulur). Daha sonra Athena Zeus'un başından tam teşekküllü savaş kıyafetleri içinde doğacaktır.

Trakya kralı Tereus'un oğlu İtis (İtil), annesi ve teyzesi tarafından öldürülüp hiçbir şeyden şüphelenmeyen babasının sofrasında sunulmuştur. Ovidius olayı Değişimler'in 6. kitabında anlatır: güven içinde katile sarılan çocuğu, kılıç darbesini, sıcak bedenin bir parçasının çömleklerde kaynayıp kalanın şişte kızartılmak için saklanmasını... Ve sonunda Tereus, akşam yemeğinde "kendi etinden olan bir etle karnını tıka basa doyurdu".

Daha var... Tantalos'un oğlu Pelops'un öyküsü. Pelops, babası tarafından parçalara doğranmış, güzelce pişirilip tanrılara sunulmuş. Ve sadece Demeter, kederinin dalgınlığıyla, omzunun bir parçasını yemiş.

Buraya, Zeus'u sınamak için sofrasına torunu Arkas'ı sunan Arkadya kralı Lykaon'un muğlak öyküsü de dahildir.

Bu listede Minotor'un yediği genç erkekleri ve kızları bulamazsınız -mitin bu bölümüne inanmıyorum. Ayrıca boğalar otoburdur.

P.S

Bir de yeni zamanlardan abuk sabuk bir yankı.
Tepsi sıradan, büyük, üzerinde sonsuz kullanımdan kaynaklanan geçmez lekeler var. Pirinç yıkanmış ve hafifçe kızartılmış, beyazın arasında minik karabiber topları. Fırının çalıştığı görülüyor, kapağı açık, iki el tepsiyi içine doğru uzatıyor. Tek bir sıra dışı ayrıntı var -pirincin üzerindeki piliç veya hindi değil, bebek, çıplak ve canlı. Az kalsın çiğ diyecektim. Sırtüstü, kolları ve bacakları havada, yatıyor. Görünüşe göre birkaç günlük ve ağırlığı ancak orta boy bir hindininki kadar.

Bu (siyah beyaz) fotoğraf ve öykü bana ait, ikisini bir arada satın aldım. Fotoğrafı mektupla alan kadın neredeyse bayılacakmış. "Torunun hayırlı olsun. Çok tatlı, öyle değil mi?” Mektup Kanada'daki kızındanmış, uzun zamandır beklenen bebeğinin ilk resmini gönderiyormuş. Bir zamanlar, küçükken, ona şakacıktan "Ne kadar tatlısın, yiyeceğim seni. Pilavla, pilavla...” derlermiş. Ailede böyle bir laf varmış. Şimdi de, yıllar sonra, kız şakayı gerçekleştirmeye karar vermiş.

Kemiklerinden temizlenmiş, tiye alınmış bir mit, ama yine de korkunç.


MİNOTOR'UN SESİ

Sözü davalıya veriyorum.
Sessizlik.
Davalının kendini savunmak için söyleyecek bir şeyi var mı, yoksa sessiz kalmayı mı tercih ediyor?

Minotor'un sesi kayıtlı antik tarihin hiçbir yerinde korunmamıştır. O konuşmaz, onun adına başkaları konuşur. Canlı cansız hiç kimsenin susmadığı, tanrıların ve ölümlülerin, orman perileri ve kahramanların, kurnaz Odysseus'ların ve naif Kikloplann cıvıl cıvıl sesleriyle dolup taşan, hor görülen Sentorların bile söz sahibi olduğu bir yerde susan tek kişi var. Minotor. Ne ses, ne seda, ne bir inilti, ne bir tehdit işareti, hiçbir yerde hiçbir şey yok. Körlüğünün uzun gecelerinde tarihin labirentlerini aşındıran Homeros'un, şairler arasındaki bu Minotor'un ölçülü dizelerinde bile yok. Ne aforoz edilenlerin kaderini bilen sürgün Ovidius, ne Vergilius, ne Yaşlı Plinius, ne Aiskhylos, ne Euripides, ne de Sofokles... hiçbiri ne Minotor'a ses verir, ne de onu korur. İkaros'a üzülmek kolay, Theseus'un, aldatılan Ariadne'nin, hatta yaşlı Minos'un halinden anlamak kolay... Hiç kimse Minotor için üzülmez.

         Davalının söyleyecek bir şeyi var mı? Aksi takdirde...
         Var. Ölçülü kahramanlık dizelerine o neden layık olmasın ki?

MINOTOR'UN SAVUNMASI
(Fragman)

Minos, Hades'in zalim hakimi, birkaç sözüm var sana, dinle
Durmadan zihnimde yuvarladım onları uzun gecelerde.
Babadır dilime onca zamandır yük olan kelime
Ama biliyorum benden iğrendiğini, onu yeniden atıyorum içime
Şimdi kulak ver bana, sandığından çok daha korkunç sözlerim
Senin kanındanım ben -ihanetten değil, doğuştandır ucubeliğim.
Dedeme, baban Zeus'a benziyorum, senin oğlun, onun ise torunuyum
Oydu sülaledeki ilk boğa, babaannem Europa'nın kaderini hatırla,
Dedem Zeus'un onu, senin ananı nasıl kaçırdığını düşün.
Dedeme çekmişim besbelli, onun ta kendisiyim,
hayvan suretinden çıkmadan önceki haliyim.
Tıp deyip burnundan düşmüşüm Zeus'un, boğa başını almışım onun,
Girit kadınlarının yaktığı ağıtlardan öğrendim bunu, durum bu.
Zeus tanrıydı, ben - bir ucube, fark nerede? İnan bana, Minos, baba,
iri ve beyaz boğalara daha meraklıydın sen annemden
şimdi ise iğreniyorsun yavruları buzağıdan, benden...

Minos: Duruşmaya ara veriyorum...

Μöööö...

Davalıyı götürün…

Μööööööö...
ööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööö
ööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööö
ööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööö


Related Posts with thumbnails