Mektup, Konkret dergisinin Haziran 1967 tarihli sayısında
yayınlandı. Fakat yazının büyük bir kısmına dergide yer verilmedi. Almanya’yı
ziyaret eden İran şahını protesto eden Berlin Yüksekokulu öğrencileri, 2
Haziran 1967 günü mektubu broşür hâlinde yayınlayıp tüm ülke genelinde
dağıttılar.
* * *
İyi günler Bayan Pehlevi,
Size yazma fikri, bir imparatoriçe
olarak yaşamınızı anlattığınız Neue Revue
dergisinin[1] 7 ve 14 Mayıs tarihli sayılarını okurken aklımıza geldi. Yazıyı
okurken sizin İran konusunda yeterince bilgiye sahibi olmadığınız izlenimini
edindik. Bu sebeple siz, esasen Alman kamuoyunu da yanlış bilgilendiriyorsunuz.
“İran yazları çok sıcaktır, ben de
birçok İranlı gibi ailemle birlikte Hazar Denizi kıyısındaki sayfiye yöresine
tatile gittim” diyorsunuz.
“Birçok İranlı gibi” ifadesi sizce biraz
abartılı değil mi? Örneğin Belucistan ve Mehran’da “birçok İranlı”, nüfusun
yüzde sekseni, kalıtsal frengiden mustarip. Ayrıca İranlıların ekseriyeti, yıllık
geliri yüz doların altında olan köylülerden oluşuyor. İranlı kadınların büyük
bir kısmının iki çocuğundan biri, yüz çocuğun ellisi, açlık, yoksulluk ve
hastalıktan ölüyor. Sizce günde 14 saat halı dokuyan çocukların ekseriyeti,
yazları Hazar Denizi kıyısındaki sayfiye yöresine tatile gidiyor mudur?
O 1959 yazında Paris’ten memleketinize dönüşünüzde
Hazar Denizi kıyısına gittiniz, çünkü “İran pilavına ve özellikle de meyvelerinize,
tatlılarınıza ve gerçek bir İran sofrasını oluşturan, yalnızca İran’da
bulunabilecek her şeye hasret kalmıştınız”.
Oysa siz de biliyorsunuz, birçok
İranlının bırakalım tatlıyı, bir dilim ekmeğe hasret kaldığını. Örneğin
Mehdiabadlı köylüler için “İran sofrası” suda yumuşatılmış samandan oluşuyor.
Tahran’dan yalnızca 150 kilometre uzaklıkta yaşayan bu köylüler, çekirgelerin
kökünün kurutulmasına karşı çıktılar çünkü temel gıdaları çekirgeydi. İnsan, bitki
kökleri ve hurma çekirdeği yiyerek de yaşayabilir; uzun süre değil, iyi de
değil ama açlık çeken İran köylüleri tam da bunu deniyorlar. Gelgelelim otuz
yaşında ölüyorlar. Bir İranlının ortalama yaşam süresi bu. Lâkin siz gençsiniz,
daha 28 yaşındasınız; önünüzde “yalnızca İran’da bulunabilecek” iki güzel yıl
daha var.
Paris’ten döndüğünüzde Tahran’ı da
değişmiş buldunuz: “Binalar, mantar gibi yerden bitmişti, caddeler daha geniş
ve ferahtı. Arkadaşlarım da değişmiş, güzelleşmiş, gerçek birer genç kadına dönüşmüşlerdi.”
Bu sözleri sarf ederken bir yandan da New York Times’da çıkan bir yazıda ifade
edildiği üzere, “alt sınıflara mensup milyonları, Tahran’ın güneyinde yeraltı
mağaralarında ve insanlarla dolup taşan, tavşan kümesine benzer kerpiç
kulübelerde yaşayan 200.000 insanın evlerini” görmezlikten geldiniz. Bu tür
şeylerin karşınıza çıkmasını engelleme görevini Şah’ın polisi üstlenmişti
çünkü. 1963 yılında bir polis birliği, zengin mahallelerin yakınında bir inşaat
temeli çukuruna sığınan bine yakın insanı, yazları Hazar Denizi kıyısına tatile
gidenlerin göz zevki bozulmasın diye, döverek dışarı atmıştı. Şah, tebaasının bu
tür konutlarda yaşamasından kesinlikle rahatsız olmuyor. Onun asıl katlanılmaz
bulduğu, yalnızca kendisinin, sizin ve benzerlerinizin bu manzaraya şahit
olmanız. Bununla birlikte, Şah, kentlilerin durumunu nispeten daha iyi buluyor.
Güney İran’ı anlatan bir seyahatnamede yazar, “yıllarca solucan gibi çamurda yuvarlanan,
yabani otlarla ve kokmuş balıkla beslenen çocuklar tanıyorum” diye yazmış. Bu
çocuklar sizin değil, şükür ki öyle, buna şükretmek tabii ki hakkınız, ama
gelgelelim bunlar gene de çocuk.
Yazınızda “Almanya, tıpkı Fransa,
İngiltere, İtalya ve diğer yüksek kültürlü halklar gibi, sanatta ve bilimde öncü
konumda ve bu, gelecekte de böyle olmaya devam edecek” demişsiniz.
Şahımız’a şükürler olsun. Federal
Almanya konusuna gelecek olursak eğer, bence böylesi öngörülerde bulunmayı
Alman kültür politikası uzmanlarına bırakın. Onlar, bu konulardan daha fazla
anlarlar. Ama İran nüfusunun yüzde 85’inin, hatta kırsal nüfusun yüzde 96’sının
okuma-yazma bilmediğini açıkça neden açıktan dile getirmiyorsunuz? 15 milyon İran
köylüsünün yalnızca 518.480’i okuyabiliyor. Ancak 1953’te Musaddık’a[2] karşı
yapılan darbeden bu yana İran’ın aldığı 2 milyar dolarlık kalkınma yardımı,
Amerikan soruşturma komisyonlarının tespit ettiğine göre, “buhar olup uçmuş”,
bu paradan yapılması gereken okullar ve hastanelerin yerinde ise yeller esiyor.
Şah, yoksullara ders vermeleri için askerleri köylere gönderiyor, kendilerine
verilen ve mayalarını ortaya koyan bir adla: “Bilgi Ordusu”. Bu işin sonunda
insanlar mesut olacak, askerler onların açlığı ve susuzluğu, hastalığı ve ölümü
unutmalarını sağlayacak. Şah’ın, Hubert Humphrey[3] tarafından patavatsızca
duyurulan cümlesini siz de biliyorsunuz: “Ordu, ABD yardımı sayesinde iyi
durumda, sivil halkın hakkından gelecek gücü var. Ordu, Ruslara karşı değil, İran
halkına karşı savaşmaya hazırlanıyor.”
Şah’ın “alçakgönüllü, seçkin ve
vicdanlı bir şahsiyet, ama aynı zamanda “sıradan bir vatandaş kadar mütevazı”
olduğunu söylüyorsunuz.
Şah’ın, yalnızca afyon ekimi üzerinde
sahip olduğu tekelden her yıl milyonlar kazandığı, ABD’ye kaçak yollardan sokulan
uyuşturucunun ana tedarikçisi olduğu, 1953 yılında İran’da eroin daha
bilinmezken, bugün Şah’ın önayak olması ardından İranlıların yüzde yirmisinin
eroin bağımlısı hâline geldiğini göz önünde bulundurduğumuzda, sözleriniz hiç
de gerçekleri yansıtmıyor. Bu tür işlerle uğraşan insanlar, doğrusu bizde vicdanlı
değil, suçlu olarak adlandırılırlar ve “sıradan vatandaş”ların aksine hapse
atılırlar.
Yazınızda bir de “Tek fark, kocamın
herhangi bir kimse olmaması, diğer adamlarda daha büyük ve ağır sorumluluklara
sahip olmak zorunda kalması” diye yazmışsınız.
“Zorunda kalması” ne demek? İran’ı
yönetmesini rica eden; İran halkı değil, Amerikan gizli servisiydi. Siz de biliyorsunuz:
Kocanızı başa CIA geçirdi ve bu iş hiç de ucuza malolmadı. CIA’in Musaddık’ın
devrilmesine ayırdığı bütçe 19 milyon dolar tutarındaydı. Kalkınma yardımının nereye
gittiği hakkında sadece tahmin yürütebiliriz, çünkü size hediye ettiği birkaç
parça mücevher, 1,2 milyon Mark’a bir alınlık, 1,1 milyon Mark’a bir broş,
210.000 Mark’a elmas küpeler, bir pırlanta bilezik, bir altın el çantası
toplasan 2 milyar dolar etmez. Ama siz içinizi ferah tutun; batılı ülkeler,
birkaç milyarlık yolsuzluk, afyon ticareti, işadamları, akrabaları ve gizli
servis elemanlarına yedirdiği rüşvetler ve size hediye ettiği birkaç parçacık
mücevher için Şah’ı suçlayacak kadar dar kafalı değiller. Sonuçta o, kaynaklar
tükenene, imzaladığı sözleşmelerin süresi dolana kadar, İran petrollerinin, Musaddık
yönetiminde olduğu gibi, bir daha asla kamulaştırılmayacağının güvencesi. O,
İran halkına kaderini kendi ellerine almayı, petrolünü endüstrileşme için
kullanmayı, toprağı sulamak, açlığın hakkından gelmek için dövizi tarım makinelerine
harcamayı öğretebilecek okullara bir dolar bile akıtılmayacağının güvencesi. O,
ayaklanan öğrencilerin her zaman vurulup öldürüleceğinin ve ülkenin iyiliğini
düşünen parlamenterlerin tutuklanacağının, işkence göreceğinin ve
öldürüleceğinin güvencesi. O, ABD’nin verdiği paralarla beslenen ve silâhlandırılan,
12.000 Amerikalı askerî danışman tarafından yönetilen 200.000 kişilik bir ordunun,
60.000 kişilik bir gizli servisin, 33.000 kişilik bir polisin ülkeye hâkim
olacağının güvencesi. Ki ülkenin kurtuluşu olacak yegâne şey bir daha
gerçekleşemesin, yani 1 Mayıs 1951’de Musaddık eliyle kamulaştırılan petrol bir
daha asla kamunun malı olmasın. Bal tutan parmağını yalarmış. Şah’ın St.
Moritz’de yediği, İsviçre bankalarına havale ettiği milyonlar, petrolünün
British Petroleum Oil Company’ye (BP), Standard Oil’e, Caltex’e, Royall Dutch
Shell’e ve diğer İngiliz, Amerikan ve Fransız şirketlerine kazandırdığı
milyarların yanında nedir ki? Tanrı biliyor ya, Şah’ın Batı’nın kârları için sahip
olduğu sorumluluk, diğer adamlarınkinden “daha büyük ve daha ağır.
Fakat belki de sizin aklınızda can
sıkıcı bir mesele olarak para değil toprak reformu var. Şah, dünyaya bir
hayırsever olarak tanıtılmak için halkla ilişkiler bürolarına yılda 6 milyon dolar
ödüyor. Gerçekten de toprak reformundan önce ekilebilir toprağın yüzde 85’i toprak
ağalarına aitti, bugünse bu oran yüzde 75. Toprağın dörtte biri artık köylüye
ait ama aynı köylü, o toprağın bedelini yüzde 10’luk bir faiz oranıyla 15 yıl
içinde ödemek zorunda. Artık İran köylüsü “özgür”, artık mahsulünün beşte biri
değil, beşte ikisi ona kalıyor (beşte biri işgücü için, beşte biri artık ona
ait olan toprak için); arta kalan beşte üçü, toprağı satmış olsa da, sulama
tesisatını, tohumları, tarlaları sürecek hayvanları hâlâ elinde tutan büyük
toprak ağalarının olmaya gelecekte de devam edecek. Böylece, eskiden olduğu
gibi bugün de, köylüleri daha yoksul, borç batağına daha derinden batmış, daha
bağımlı, daha aciz ve itaatkâr hâle getirmek mümkün oluyor. Şüphesiz sizin de
isabetli bir biçimde vurguladığınız gibi, Şah “zeki ve akıllı” bir adam.
Şah’ın veliahdı ile ilgili endişelerinden
bahsetmişsiniz: “Bu konuda İran anayasası çok katı. İran Şahı’nın bir gün tahta
çıkacak, ileride İran’ın kaderini ellerine bırakabileceği bir oğlu olmak
zorunda... Bu konuda anayasa son derece katı ve sert.”[4]
Şah’ın öteki konularda anayasaya
aldırmaması, örneğin anayasaya aykırı olarak, meclisin bileşimini belirlemesi
ve bütün milletvekillerinin tarih hanesi boş bırakılmış bir istifa dilekçesi
imzalamak zorunda olmaları tuhaf değil mi? İran’da sansürlenmemiş tek bir
satırın bile yayımlanma izni olmaması, Tahran Üniversitesi kampüsünde üçten
fazla öğrencinin yan yana durmasının yasak olması, Musaddık’ın Adalet
Bakanı’nın gözlerinin oyulmuş olması, duruşmaların kamuya kapalı olarak
yapılması, işkencenin İran adalet sisteminin olağan işleyişinin bir parçası
olması tuhaf değil mi? Anayasa, bu konularda acaba o kadar “katı ve sert” değil
mi? Bu noktada, somutlaştırmak adına, İran’da işkenceye bir örnek verelim:
“19 Aralık 1963’ün gece yarısı sorgu yargıcı
ifade almaya başladı. Önce beni sorgulayıp, cevaplarımı yazdı. Daha sonra ya
benimle hiç ilgisi olmayan ya da haklarında hiçbir şey bilmediğim şeyler
sormaya başladı. Sadece ‘hiçbir şey bilmiyorum’ cevabını verebiliyordum. Sorgu
yargıcı, önce yüzüme yumruk attı, ardından elindeki copla önce sağ, sonra sol
elime vurdu. İki elimi de yaraladı. Her soruda yeniden vuruyordu. Sonra beni
çıplak olarak sıcak elektrik ocağının üstüne oturmaya zorladı. Sonunda elektrik
ocağını eline alıp, kendimden geçene kadar bedenime bastırdı. Yeniden kendime
geldiğimde, sorularını yineledi. Başka bir odadan içi asit dolu bir şişe aldı,
içindekini bir bardağa boşalttı ve copu içine batırdı. […]”
Federal Almanya Devlet Başkanı’nın sizi
ve kocanızı, tüm bu dehşet verici şeylerden haberdar olarak buraya davet
etmesine şaşırmıyor musunuz? Biz şaşırmıyoruz. Kendisine neden toplama kampı
tesislerinin planlarını ve inşaatlarını sormuyor musunuz? Kendisi bu alanda bir
uzmandır.
İran hakkında daha fazla şey mi bilmek
istiyorsunuz? Geçenlerde Hamburg’da, sizin gibi Alman bilimi ve kültürüyle ilgilenen,
sizin gibi Kant, Hegel, Grimm Kardeşler ve Mann Kardeşler’i okumuş bir hemşerinizin
kitabı yayımlandı: Behman Nirumend’in Hans Magnus Enzensberger’in önsözüyle
çıkan İran: Gelişmekte Olan Bir Ülke
Modeli mi Yoksa Özgür Dünya’nın Diktatörlüğü mü? isimli kitabı. Burada sizi
bilgilendirmek için başvurduğumuz alıntıların ve olguların asıl kaynağı işte bu
kitap. Bu kitabı okuyup da geceleri uyku uyuyabilen ve onu okuduktan sonra yüzü
kızarmayan insan var mıdır, bilmiyorum.
Niyetimiz size hakaret etmek değil.
Fakat gelgelelim Alman kamuoyunun da sizin Neue
Revue’de yayımlanan yazınız türünden yazılarla hakarete maruz kalmasını
istemiyoruz.
Saygılarımla,
Ulrike Marie Meinhof
Konkret, Sayı 6, 1967
[Kaynak: Siegward Lönnendonker, Tilman
Fichter (Hg), Free University Berlin
1948-1973; University in Transition, Berlin 1983, Cilt 5, Sayfa 174.]
Dipnotlar
[1] Neue Revue: 1946’dan beri yayınlanan
haftalık cemiyet gazetesi. İsmi Revue
olarak değiştirildi.
[2]
Başbakan Musaddık’ın başa geçmesiyle Şah 1953’te ülkeyi terk etti. Fakat
yapılan darbe ile Şah ülkeye geri döndü. Musaddık tutuklandı ve yargılandı.
[3] Hubert
Humphrey (Demokrat Partili) Johnson döneminde ABD başkan yardımcısı. 1962’de
Nixon’la girdiği seçim yarışını az bir oy farkıyla kaybetti.
[4] Şah’ın
Süreyya ile yaptığı evlilik, erkek çocuk doğurmadığı için sona erdi.