Balfour Deklarasyonu’nun 100. yılı (I)

Jean Shaoul
15 Kasım 2017

Yüz yıl önce, 9 Kasım 1917’de, Londra’da bulunan Times gazetesi, Britanya Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour’dan Lord Walter Rothschild’e ve Siyonist Federasyonu’na gönderilen kısa bir mektubu yayınladı.

O tarihten itibaren Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bu mektup, 1914 öncesinde nüfusun yaklaşık yüzde 3-5’ini oluşturan Museviler için, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası olan topraklarda, Filistin kırsalında bir yurt kurma teklifini sergiliyordu.

Britanya’nın henüz kontrol etmediği, halkına danışmadığı bir ülke ile ilgili ve “devlet” terimine herhangi bir atıfta bulunmayan teklif, kasıtlı olarak belirsizdi.

2 Kasım’da yazılmış 67 sözcükten oluşan mektupta şunlar belirtiliyordu:

“Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Musevi halkı için bir ulusal yuva kurulmasına hoşgörüyle yaklaşmaktadır ve bu hedefe ulaşılmasını kolaylaştırmak için elinden gelen çabayı gösterecektir. Filistin’deki Musevi olmayan toplulukların yurttaşlık ve dinsel haklarını ya da herhangi bir başka ülkedeki Musevilerin sahip olduğu hakları ve siyasi statüyü zayıflatabilecek hiçbir şey yapılmayacağı açıkça anlaşılmaktadır.”

Deklarasyon, Siyonistler tarafından, İsrail devletinin temellerinin atılması olarak kutlanıyor. İsrail Başbakanı Binyamin Netenyahu, bu olayı mevkidaşı Theresa May ile Lancaster House’taki bir akşam yemeğinde anmak için Londra’ya uçtu.

May, Britanya’nın İsrail’in kuruluşundaki rolünü “gururla” anacağını söylerken, resmi etkinlikler sönüktü. Transport for London, Yanlışı Düzeltin kampanyasının Balfour Deklarasyonu’na itirazlarını belirten metrodaki ve otobüslerdeki reklamları yasakladı. Britanya’daki Filistin Elçiliği tarafından verilen reklamlar, Filistinlilerin, İsrail Devleti’nin kurulduğu ve 750.000 Filistinlinin ya kaçtığı ya da evlerinden sürüldüğü 1948 öncesindeki ve sonrasındaki yaşamlarına ilişkin görüntüleri içeriyordu.

Bölgedeki çatışmaların ve bölünmelerin gelişmesini derinden etkileyecek olan açıkça sömürgeci bir projeyi başlatan Deklarasyon, Filistin sakinlerini atlayarak yapılmış kirli bir anlaşmaydı. Britanya’nın rolü, imparatorluk tarihinin en tartışmalı eylemlerinden biri haline gelecekti.

Deklarasyon, hem Filistin’deki Britanya güçleri ile yan yana savaşan Musevi Alayı’nın kurulmasının hem de Avrupalı Musevilerin I. Dünya Savaşı sonrası Filistin’e sınırlı göçünün önünü açmıştı (bu, galiplerin Ortadoğu’da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmalarında Britanya tarafından yönetilecekti).

Bu, o zamanlar büyük ölçüde Şam’dan yönetilen küçük Osmanlı vilayetinde ulus devletler kurma peşinde koşan Araplar ile Museviler arasında şimdi yüz yılı bulan anlaşmazlığı başlatmıştı.

Balfour Deklarasyonu, her şeyden önce, Britanya emperyalizminin Ortadoğu bölgesindeki yağmacı hedefleriyle bağlantılıydı. Irak’ta ve İran’da yeni keşfedilmiş olan ve Kraliyet Donanması’na güç sağlayan petrol kaynaklarının kontrolü, 1914’teki I. Dünya Savaşı’nda patlak veren emperyalist rekabetin merkezinde yatan konulardan biriydi.

Ancak söz konusu hesaplar, aynı zamanda, 1917’de Rusya’da yaşanan Şubat ve ardından Ekim Devrimleri, kitlesel savaş karşıtlığı ve ABD’nin “dünyayı demokrasi için güvenli” hale getirme ve “savaşı sona erdirme savaşı” bahanesiyle hem düşmanlarına hem de müttefiklerine karşı kendi ticari çıkarlarını korumak için savaşa girmesi eliyle de belirleniyordu.

Deklarasyon’un yayınlanmasından birkaç hafta sonra, Ocak 1918’de, ABD Başkanı Woodrow Wilson, ünlü “On Dört Madde”sini yayınladı. Bunlar, ülkeler arasındaki ekonomik engellerin kaldırılmasını, ulusal azınlıklara kendi kaderini tayin hakkı vaadini ve “hem büyük hem de küçük devletlerin siyasi bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü” güvence altına alacak bir dünya örgütünü (bir Milletler Cemiyeti) içeriyordu.

Wilson’ın kendi kaderini tayin hakkına sözde desteği, ABD emperyalizminin rakiplerine ve onların topraklarının devamlılığına karşı kullanılacak bir silahtı. Bu, siyasi olarak, Rus Devrimi’ne (özellikle de Bolşeviklerin Brest-Litovsk’ta Alman Genelkurmayı ile görüşmelerde genel bir barış anlaşmasının temeli haline gelmesi çağrısı yaptıkları ve ezilen azınlıklar için savundukları kendi kaderini tayin hakkına) doğrudan bir yanıttı.

Çoğu Musevi, on dokuzuncu yüzyılın sonunda dünyadaki en büyük Musevi toplumuna, beş milyon Musevi’ye ev sahipliği yapan Rusya’daki pogromlar ve siyasi gericilik için bir çözüm olarak milliyetçiliği reddetmişti. 1905 devriminin yenilgisinin ardından, birçoğu göç etmiş (çok azı Filistin’e) ya da sosyalist harekete katılmıştı. Siyasi Siyonizm, küçük bir azınlık hareketiydi.

Britanya’nın Ortadoğu’daki savaş hedefleri

Britanya, Ortadoğu’daki yağmacı hedeflerini, Almanya’nın savaştaki müttefiki Osmanlı İmparatorluğu’na karşı destek karşılığında, Britanya’nın himayesi altında Araplar için bağımsızlık ve Museviler için bir yurt vaatleriyle örtmeye çalışmıştı. Balfour Deklarasyonu, sadece Britanya’daki Musevilerin değil, ama Amerika’dakilerin ve Filistin’dekilerin de savaş çabasına desteğini kazanmayı amaçlıyordu.

Britanya, bu tür bir yurdun, gerçekte Filistin’de küçük bir Musevi sömürgesinin, Britanya İmparatorluğu’nun Atlantik’ten Pasifik’in ortasına ve en önemlisi Süveyş Kanalı’na ve Hindistan’a kadar uzanan topraklarına katılacak stratejik bir yerde bağımlı bir yönetimi güvenceye alacağına inanıyordu. Bu, aynı zamanda, bölgeye müdahale etmek ve Fransa’nın günümüz Lübnan’ındaki Maruniler’e (Roman Katolikler) desteği üzerinden bölgedeki hak iddialarına karşı koymak için bir bahane sağlayacaktı.

Mektup Lord Balfour’un imzasını taşıyor olsa da, Deklarasyon’un arkasındaki itici güç, eski bir Radikal ve savaş karşıtı iken baş emperyalist haline gelen yeni Liberal Başbakan David Lloyd George’tu. Savaş Avrupa’da kaybedilir ve Ortadoğu’da tırmanırken, 1916 sonunda başbakanlık görevinden ayrılan Herbert Asquith’in yerine geçen Lloyd George, hızla bir savaş diktatörlüğü uygulamaya, beş kişilik bir savaş kabinesi kurmaya ve Mısır’daki Britanya kuvvetlerine bir saldırı başlatıp Britanya için Filistin’i ele geçirmeleri emri vermeye girişti.

Onun amacı Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmak ve sadece Hindistan’a kara yolu için değil, aynı zamanda sömürgelerini genişletmek için, Ortadoğu’daki toprakların denetimini ele geçirmekti. Bu, 1916’da Britanya, Fransa ve Rusya arasında yapılan Üç Taraflı gizli anlaşmaya (Sykes-Picot anlaşması) göre Suriye’yi ve Lübnan’ı elde edecek olan Fransa zararına olacaktı. Anlaşmaya göre, Britanya Mezapotamya’yı (Irak), Rusya ise İstanbul’u ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bazı bölümlerini ele geçirecekti.

Bu gizli anlaşma, Ekim 1917’de iktidarı ele geçirmesinin ardından, Bolşevik hükümet tarafından halka açıklanan birçok anlaşmadan biriydi.

Yeni dış politika, Londra’nın Mekke’nin Haşimi Şerifi Hüseyin’e 1915’te verdiği söz ile çelişiyordu. Sonradan McMahon-Hüseyin yazışmaları olarak bilinen görüşmelerde, Osmanlı’ya karşı Arap İsyanı örgütleme karşılığında, bugün Suriye, Lübnan, İsrail/Filistin, Ürdün, Irak ve Suudi Arabistan olarak bilinen topraklarda bağımsızlık sözü verilmişti.

Dolayısıyla, Filistin’de bir Musevi yurdu sözü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap topraklarını, petrol kaynakları ve ticareti ile birlikte Britanya’nın kontrolü altına almak üzere tasarlanmış bir dizi gizli, sahtekar ve karşılıklı olarak uzlaşmaz anlaşmadan biriydi.

Lloyd George’un savaş kabinesi, onun Osmanlı İmparatorluğu’nu ele geçirme kararlığı doğrultusunda, Osmanlı yöneticilerine, savaştan çekilmeleri ve Britanya ile ayrı bir barış anlaşması imzalamaları için gizlice rüşvet vermeye çalışıyordu. Bu tür bir anlaşmanın şartları uyarınca, Britanya, Osmanlı bayrağının dalgalanmaya devam edeceği Mezapotamya, Suriye ve Lübnan üzerinde fiili denetimi elde edecekti. Osmanlı önderleri, Türkiye’nin çok eski düşmanı olan Rusya’daki yeni Bolşevik hükümetin ulusların özgürlüğü temelinde ateşkes ve barış ilan etmesinin ardından, Britanya’yı şiddetle terslediler.

Lloyd George ve Siyonizm

Lloyd George, Britanya’daki Hıristiyan Siyonistlerden biriydi. O, Avusturyalı gazeteci Dr. Theodore Herzl’in Sina’da bir Musevi yurduna Britanya desteğini güvence altına almaya çalıştığı 1903’te, onun yasal temsilciliğini yapmıştı. Aynı yıl, Britanya hükümeti, Britanya’nın Doğu Afrika’daki sömürgesi Uganda’ya Musevi göçüne izin vermeyi teklif etmişti. Bu, 1906’da reddedilmeden önce Siyonistler tarafından ciddi şekilde tartışılan bir teklifti.

Herzl, Museviler için ulusal bir yurt teklifini, ilk kez, 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında Avrupalı Musevilerin karşı karşıya olduğu zulme ve baskıya çözüm olarak, 1896’da yapmıştı. Bu, aşırı burjuva gericiliği, militarizm, emperyalizm ve şiddetli Musevi karşıtlığı ile nitelenen bir dönemdi. İtalya’nın ve Almanya’nın 1870’lerde bütünleşmesinin ardından ikinci bir milliyetçi hareketler dalgasının parçası olan bu hareket, herhangi bir ilerici eğilime sahip olmak için, kapitalizmin gelişmesinde çok geç bir dönemde ortaya çıkmıştı.

Siyonist proje, küçük bir azınlık oluşturdukları ve göç ve toprak alımları konusunda Osmanlı’nın kısıtlamalarıyla ve çoğunluktaki Arap nüfusa karşı genişlemeleri konusunda artan muhalefetle karşı karşıya bulundukları siyasi bir oluşum içinde Musevi bir ulus projesi yaratılmasını gerektiriyordu. Yalnızca var olan sakinler zararına zor ve şiddet yoluyla kurulabilecek olan böylesi bir oluşum, son derece demokrasi karşıtı temeller (zaten orada yaşayan Musevi olmayanların haklarının inkarı) üzerinde yükseliyordu.

Siyonist proje, başından itibaren muhalefete yol açmıştı ve her zaman, Büyük Güç desteğine bağımlı olacaktı.

Siyonistler, Filistin’e ve milliyet olma hakkına yönelik iddialarını, yaklaşık 2.000 yıl önce yurtlarından sürülmüş oldukları iddiasını içeren İncil’deki tarihe göre meşrulaştırıyorlardı. Ancak Musevilerin çoğunluğunun birincil umudu, Filistin’e “dönmek” değil; Batı’da kurtuluş ve temel demokratik haklarını kazanmaktı. Diğer Museviler, 2,4 milyon dolayında insanın Doğu Avrupa’daki zulümden, toplumsal sefaletten ve ekonomik sıkıntıdan kaçtığı 1882-1914 yılları arasında, çoğunlukla ABD’ye gitmişti. Musevilerin yüzde 3’ten daha azı Filistin’e gitmiş ve çoğu çok geçmeden oradan ayrılmıştı.

Britanya hükümetinin Musevilere ve Siyonist projeye yönelik tutumu çeşitli zikzaklar çizdi. Balfour, Chamberlain ile Herzl arasındaki ilk tartışmalar, göç denetimlerini uygulamaya koyan ve İçişleri Bakanlığı’na göç ve ulusal meseleler konusunda tam yetki veren 1905 Yabancılar Yasası’na yönelik adımlar bağlamında gerçekleşmişti. Bunun başlıca hedeflerinden biri, Doğu Avrupa’dan Musevi göçünü kontrol etmekti. Musevileri başka yerlere yerleşmeye teşvik etmeye adanmış, hatta muhtemelen Britanya’nın Afrika’daki elini güçlendiren bir hareketi desteklemek çekici bir öneriydi.

Britanya, Osmanlı’nın Almanya ile Avusturya’nın safında savaşa girmesinin ardından, Musevilerin Filistin’e yeniden yerleşmesi düşüncesine açık hale geldi. Balfour Deklarasyonu, Manchester Üniversitesi’ndeki çalışmaları savaş çabasına önemli bir katkı yapmış olan Rusya doğumlu kimyacı Dr. Chaim Weizmann başta olmak üzere, Britanya’daki Siyonistlerin birkaç yıldır bir Musevi devleti için yürüttüğü yoğun lobi faaliyetinin ürünüydü. Weizmann, üst düzey Britanyalı Musevilerin desteğini kazandı ve onlar üzerinden, Sykes-Picot Antlaşması’nı görüşmüş olan Sör Mark Sykes gibi önemli dış politika yetkililerine erişim sağladı. Onlar, hükümeti, Filistin’de bir Musevi yurdu için açık bir taahhütte bulunmaya; dolayısıyla, Filistin’in savaştan sonra Suriye’nin bir parçası olarak Fransa’ya verilmesi yönündeki gizli planları altüst etmeye çağırdılar.

Balfour Deklarasyonu’nun etkisi

Balfour Deklarasyonu, sonradan 1930’larda Almanya’daki, İtalya’daki ve İspanya’daki faşistlere doğru yönelecek olan Revizyonist Parti’yi kuran gazeteci ve yazar Vladimir Jabotinsky’nin (1880-1940) önderlik ettiği küçük bir “siyasi” Siyonist azınlığın imdadına yetişmişti. Revizyonist Parti, son 40 yıldır İsrail politikasına yön vermiş olan Likud partisinin siyasi öncülüydü.

Jabotinsky, Musevilerin, eğer çoğunluk haline gelmek istiyorlarsa, “Filistin’in siyasi mülkiyetini almak” zorunda olduklarını savunuyordu. O, bu amaçla, 1917-18’de Filistin’deki harekatta Britanyalı General Allenby ile birlikte savaşan Musevi Alayı’nı oluşturan üç Musevi taburu kurmak için Britanya’nın onayını istemiş ve almıştı. Bu güçler, sonradan, Irgun ve Stern çetelerini kuracak ve Filistinli Arapların yurtlarından sürülmesini amaçlayan terörist eylemlerde son derece önemli bir rol oynayacaklardı.

Weizmann, Deklarasyon’un bir Musevi devletinden hiç söz etmemesinden mutsuz olmakla birlikte, bu sözün savaştan sonra yapılan siyasi planlara iliştirilmesini sağlamak için büyük çaba gösterdi.

O, Britanya birliklerinin Filistin’i almasından kısa bir süre sonra bölgeye yaptığı bir ziyarette, James Rothschild’i ve Edwin Samuel’i de içeren ve Siyonist Komisyon olarak bilinen bir heyete başkanlık etti. Samuel’in babası, sonradan, Filistin Mandası’ndaki Britanya Yüksek Temsilcisi olacaktı. Weizmann, Kudüs’te bulunan Scopus Dağı’nda, Dünya Siyonist Örgütü’ne ait toprakta İbrani Üniversitesi haline gelecek olan yer için bir köşe taşı yerleştirdi ve nihayetinde bir hükümetin kurumları haline gelecek olan şeyin temellerini belirledi.

1916 Sykes-Picot anlaşması, sınırları Britanya ile Fransa arasında bir mücadeleye yol açacak şekilde belirsiz bıraktığı için, Filistin’i kimin yöneteceği belli değildi. Bölge, Irak’taki, Mısır’daki, Afganistan’daki ve İran’daki emperyalist egemenliğe karşı ayaklanmalarla sarsılıyordu. Weizmann, Britanya’nın Filistin’in yönetimini tek başına almasını sağlamaya kararlıydı. Bununla birlikte, aynı anda, Britanya’nın dahil olduğu 14 ordu, Bolşevik devriminin Rus karşıtları olan Beyazları destekliyordu. Britanya, ciddi ölçüde gerilmiş durumdaydı.

İtilaf Devletleri Almanya’ya sunulacak bir anlaşmayı imzalamak için 1919’da Paris’te bir araya geldiklerinde, Sovyet hükümeti davet edilmemişti. Ancak Ekim Devrimi’nin hayaleti Barış Konferansı’nı rahat bırakmıyordu. Lloyd George’un Fransa Devlet Başkanı Clemenceau’ye mektubu, onun kaygılarını sergiliyordu:

“Avrupa’nın tamamı devrim ruhuyla dolu. İşçiler arasında, savaş öncesi koşullara karşı yalnızca hoşnutsuzluk değil; derin bir öfke ve devrim duygusu söz konusu. Avrupa’nın bir ucundan diğerine, siyasi, toplumsal ve ekonomik yönleriyle tüm mevcut düzen, halk kitleleri tarafından sorgulanıyor.”