H.M. Çelebioğlu’nun Marx21’in 6. sayısında yayımlanan makalesi..
Her beyaz yakalı “beyaz Türk” değildir
AKP ve Erdoğan’ın dengesini ve ezberini bozan Gezi Eylemleri “beş benzemez” diye tabir edilen toplumsal muhalefet unsurlarını bir araya getirdi ve bunlar arasında belli bir diyalog ve karşılıklı anlayış süreci başlattı. Erdoğan ve ekibi şimdiye kadar Gezi eylemlerine katılanlara çamur atıp hareketin toplumsal temellerini oymaya çalıştı/çalışıyor. Her ne kadar şu anda Gezi’nin bir “paralel darbe girişimi” olduğu öne çıkarılsa da başlangıçta Erdoğan ve Gülen daha kankayken Gezi’ye katılanlara “marjinal”, “rahatı yerinde, canı sıkılmış öğrenci çocuklar” ve “zengin orta sınıf” yaftaları yapıştırıldı.
Hükümetin ve borazanlarının iddia ettiği gibi Gezi’nin kompozisyonu hiç de öğrenci ağırlıklı değildi. Parka ve genel olarak eylemlere katılanların çoğu çalışan insanlardı. Bu gerçeği gören bazı yorumcular Gezi’ye katılanların zengin, beyaz yakalı orta sınıf üyeleri olduğunu söyledi ve bu, muhalefet cephesinde de yankısını buluyor.
Ekonominin koşullarının değiştiği, sanayinin gerilemesiyle birlikte artık işçi sınıfının öneminin kalmadığı inanışı ciddi politik ve örgütsel sorunları doğuruyor. Kapitalizmin yarattığı baskıya karşı alternatifler aranırken çıkmaz sokaklara düşme tehlikesi karşımıza çıkıyor.
Bu riski doğuran en önemli faktörlerden birisi Gezi’nin de önemli bir parçası olan beyaz yakalı çalışanların sınıfsal konumlarının yanlış tespit edilmesidir.
İddia edilenin aksine beyaz yakalı denilen çalışanların ezici çoğunluğu işçi sınıfının doğal parçasıdır ve onların ekonomik ve politik konumları ve dolayısıyla sömürüden, baskıdan tamamen kurtulma yolları da mavi yakalı sınıfdaşlarıyla aynıdır.
Gezi: Zengin, beyaz Türk öğrencilerin isyanı?
Gezi’nin “beyaz Türk/zengin/öğrenci” isyanı olduğu inanışının geçersizliğini ortaya koyan birtakım saha ve anket çalışmaları yapıldı. Bunlar içinde ikisi özellikle dikkat çekici: Birincisi KONDA’nın Gezi Eylemleri sırasında parkta gerçekleştirdiği ankete dayalı raporu[1]. İkincisi ise SAMER’in 2013’ün Aralık ayında İstanbul ve İzmir’de Erdem Yörük’ün koordinatörlüğünde yürüttüğü anket çalışması.[2]
KONDA’nın raporuna göre park katılımcılarının yaş ortalaması 28. KONDA’nın her ay Türkiye çapında düzenli yürüttüğü anket çalışmaları (ki buna KONDA Barometresi deniyor) sonucunda Türkiye nüfusunun yaş ortalaması 30,3; İstanbul’unki 30,1. Her ne kadar park katılımcılarının yaş ortalaması Türkiye ve İstanbul’unkilere göre daha düşük olsa da onlardan alakasız bir şekilde düşük değil. Kaldı ki bu yaş ortalaması liseli olamayacak kadar yüksek; üniversite öğrencileri arasında 20’li yaşlarının sonunda olanlar olsa da bunların ezici bir kısmı 20’li yaşlarının başlarında olur. Dolayısıyla her şeyden önce bu yaş ortalamasına bakarak şunu net bir şekilde söyleyebiliriz: Park eylemcilerinin çoğu hiç de “canı sıkılmış, heyecan arayan ergenler” değil; ekonomik olarak aktif nüfus içinde (doğrudan çalışanlar ve işsizler) yer alan insanlar.
Dahası 20 yaş ve altı nüfus grubu Türkiye genelinde toplam nüfusun yüzde 33’ü olmasına karşın araştırmaya göre eylemlere katılanların sadece yüzde 22’si bu yaş grubunu oluşturmuş. 17 yaş ve altı Gezi Parkı’na gelen toplam eylemci sayısınınsa yüzde 5,5’ini oluşturmuş. 18-25 yaş grubu ise toplam eylemci sayısının yüzde 16,5’i olarak gerçekleşmiş. Böylelikle Gezi Parkı’na gelen gençlerin çoğunluğunun liseliler ya da üniversitenin ilk yıllarındaki gençler oluşturmuyor diyebiliriz.[3]
Park eylemcilerinin yarısının genç çalışanlardan oluştuğunu görüyoruz: “Parka gelen toplam eylemci sayısının yüzde 30,8’ini 21-25 yaş grubu, yüzde 20,3’ünü ise 26-30 yaş grubu oluşturmuş” [4]
Gezi Parkı’na katılanların çoğunu 30 yaş altı grubun oluşturduğu doğrudur. Ancak bu, fazla detay barındırmayan bir genellemedir ve parka gelen gençliğin niteliği hakkında bilgi içermemektedir. Parka gelen gençlerin büyük çoğunluğunu lise öğrencileri ya da üniversitenin ilk yıllarındaki insanlar değil üniversitenin son yıllarında, mezun ya da iş hayatına nispeten yeni atılmış insanlar oluşturmuş olmalıdır (Bu gruba elbette lise mezunu olup çalışanlar da dahildir).
…
Konda verilerine göre çalışanların sırasıyla Türkiye ve İstanbul nüfusları içindeki dağılımları yüzde 40,8 ve 40,3 iken parka gelenlerin 51,8’i çalıştığını belirtmiş.[5]
Bu son cümle üzerine şunu ekleyelim: Çalışmadığını söyleyenlerin hepsi öğrenci değildi. İçlerinde önemli bir işsiz kesiminin ve az olmakla birlikte emekli ve ev kadınlarının olduğunu unutmamak gerekiyor. Parktakilerin yüzde 37’sinin öğrenci olduğunu görüyoruz.[6]
Gelelim “zengin, beyaz Türk” palavrasına: Öncelikle eylemlere katılanlar arasında da zaman zaman yaşanan “Kürtler niye burada yok” tartışması hayli yersizdir. Zira her ne kadar eylemlerde Kürt siyasi hareketi kurumsal olarak çok göze çarpmasa da Kürtler bireysel düzeyde eylemlere katıldı. SAMER’in araştırmasının koordinatörlüğünü üstlenen Erdem Yörük’ün ifadesiyle “Kürtlerin İstanbul ve İzmir’de nüfusa oranı %15.04, Gezi eylemcileri içindeki oranı %13.68’dir” [7] Yani nüfus içindeki paylarıyla orantılı bir katılım sergilemişler.
Kaldı ki ister Kürt olsun ister Türk Gezi katılımcıları hiç de öyle zengin, hali vakti yerinde “beyaz”lar değil: “İstanbul’da Gezi’ye katılanların % 9,48’inin aylık toplam hane geliri 1000 TL’nin altında, % 28,68’inin 1500 TL’nin altında, % 57,61’inin 2500 TL’nin altındadır. Gezi protestocularının yalnızca % 16,46’sının aylık hane geliri 5000 TL’nin üzerindedir. Gezi protestocularının yüzde 35,5’i sanayi, inşaat, tekstil, kâğıt toplayıcılığı, lokantacılık ve ulaşım ve başka düzensiz faaliyetlerde çalışmaktadır ve bu kesimdekilerin yüzde 60’ının aylık maaşı 1600 TL’nin altındadır. Protestocuların % 31,2’si reklamcılık, finans, akademi, sigorta, eğitim, kamu sektörü, kültür, edebiyat, sağlık, STK, emlak gibi alanlarda çalışmaktadır. Bu ikinci gruptakilerin ortalama maaşları 2421 TL’dir ve % 50’sinin aylık maaşı ise 2000 TL’nin altındadır” [8] Bu rakamlara göz atarken ilk verilen gelir rakamlarının “hane geliri” olduğunu; yani bu sorulara cevap veren insanların bireysel değil toplam gelirlerini (eş veya ana-babanınkiler de dahil) söylediklerini akıldan çıkarmamız gerekiyor.
Buradan hareketle şu ifadeyi kabul etmemek için hiçbir neden yok: “‘Gezi’yi destekleyenler elit, Gezi’ye karşı olanlar halktır’ şeklindeki AKP argümanı doğru değildir. İki grup arasında ciddi bir gelir farkı yoktur” [9]
Sanayi bitti, işçi sınıfı bitti (?)
Gezi’yle birlikte tekrar gündeme gelen “orta sınıf” ve onun yeni politik yönelimleri mitolojisi sadece hayal dünyasında geçerli olabilecek bir fantezi.
Öncelikle “orta sınıf” tanımlaması liberal/muhafazakar sosyologların ortaya attığı ve kullandığı bir kavramdır. Bunlar sınıf kavramını allak bullak edecek şekilde farklı şekillerde ele almaktalar. Kimisi sınıfı, meslek grubu olarak değerlendirirken, başkaları toplumsal statü üzerine yoğunlaşıyor; ama en çok da toplumu elde edilen gelir üzerinden sınıflara ayırmaya kalkıyor.
Bu kesimlerce “orta sınıf”ın içine Marksist literatürde “küçük burjuva” olarak değerlendirilen esnaf, KOBİler, küçük toprak sahipleri ile şimdilerde beyaz yakalı (ve hatta son zamanlarda “altın yakalı”) denilen çalışanlar giriyor: Doktor, avukat, mühendis, öğretmen, akademisyen, hemşire, devlet memuru, vb. Bu gruplandırmada sadece mavi yakalı, sanayi emekçileri işçi olarak kabul ediliyor. Bu son kesim “alt sınıf”ın üyeleri olarak kabul ediliyor. Dikkat edilirse burada sınıf tanımlamasında kriter olarak hem elde edilen gelir, hem de meslek kullanılıyor.
Liberal/muhafazakar kesimin beyaz yakalı çalışanların istisnasız hepsini orta sınıf çuvalına tıkıştırması muhalif cepheyi de etkileyen bir kavrayış. Buna göre sanayinin gerilemesiyle birlikte işçi sınıfının hem ekonomik hem de politik etkinliği azalıyor; sendika, grev, eylem, sol-sosyalist örgüt gibi işçi sınıfının klasik araçlarının artık tükenme safhasına geçtiği varsayılıyor.
Liberal/muhafazakar ideologların yürüttüğü bu propagandanın dayandığı temellerden birisi kafa ve kol emeği ayrımıdır. Buna göre işçi denince akla sadece bir karikatür getirilir: Fabrikada mavi tulumu içinde, yüzü gözü motor yağına bulanmış, elinde İngiliz anahtarı, kalın bıyıklı, kaslı, erkek çalışan. “Mavi yakalı” işçi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki fordist dönemin tipik çalışanıdır. Ekonominin motoru imalat sanayisidir. Mavi yakalıların sayısı da toplam istihdam içindeki payı da 1960’lı yılların sonuna kadar artma eğilimindedir.
Ancak 1980’li yılların teknolojik atılımıyla birlikte bu durumun değiştiği varsayılır. Günümüzde de devam ettiği öne sürülen yeni “post-endüstriyel” dönemde, ekonomisi belli bir olgunluğa erişmiş ülkeler artık imalatla uğraşmıyor. Batıdaki fabrikalar sökülüp doğuya taşınıyor. Batılı ülkeler daha fazla gelir sağlayan AR-GE ve bilgi teknolojilerine dayalı hizmet sektörüne yatırım yapıyor. Dolayısıyla Batılı ülkelerde sanayinin önemi azalırken hizmetler kategorisinde ele alınan ekonomik faaliyetlerin payı gün geçtikçe artıyor. “Sanayisizleşme”, “ağırlıksız ekonomi”, “post-endüstriyel/post-fordist” gibi isimler takılan, önce Batılı ülkelerde başladığı iddia edilen bu sürecin belli bir gelişme aşamasına erişmiş bütün ülkelerde de görüleceği varsayılıyor. Son olarak bu yeni dönemin tipik çalışanı ise esnek çalışma koşulları altında bilgisayar karşısında çalışan, eğitimli, bireyci, gösterişçi tüketim eğilimi sergileyen, “orta sınıf beyaz yakalı” çalışan.
Yine iddiaya göre gelişmiş ülkelerde imalatın gerilemesi ve “hizmetler” grubunda kabul edilen ekonomik faaliyetlerin payının artmasıyla birlikte işçi sınıfının ekonomik ve politik gücünün azaldığı iddia ediliyor.
Tarımın ekonomi ve istihdam içindeki payı zaten sanayileşme süreciyle azalır. Her ne kadar gelişmekte olan ülkelerde tarım “işsiz emen sektör” olduğundan (işsiz kalan baba toprağına koşar) tarımsal istihdam hala fazladır. Bu, özellikle Türkiye için doğrudur. Ancak tarımsal istihdamın ciddi bir kısmı küçük toprak sahipliği ve ücretsiz aile çalışanı şeklinde tezahür ettiğinden ve gerçek kır işçilerinin önemlice bir kısmının 1950’lerden başlayarak şehirlere göç etmesinden dolayı tarımı bir kenara bırakıp sanayi üzerinden konuşacağız.
Öncelikle gelişmiş ülkelerde bahsedilen “sanayisizleşme” olgusu olduğundan fazla abartılıyor. Sanayinin[*] toplam milli gelir ve istihdam içindeki payının batı ülkelerinde düşme eğiliminde olduğu doğrudur. Örneğin sanayi devriminin ana vatanı Britanya’da sanayinin toplam sivil (askerlik hizmeti dışında çalışanlar) istihdam içindeki payı 1979’da yüzde 38,6 iken, 1999’da yüzde 25,8’e ve 2009’da da yüzde 19,6’ya düştüğü görülüyor. Dünyanın en büyük ekonomik gücü ABD’de ise bu oranlar 1979’da yüzde 31,2, 1999’da yüzde 23 ve 2002’de yüzde 22,4 oldu. Almanya’nın rakamları şöyle: 1980’de yüzde 43.6, 1999’da yüzde 34,1 ve 2009’da yüzde 29,3 [10]. Diğer gelişmiş ülkelerde de benzer bir eğilimi gözlemlemek mümkün.
Sanayileşmiş ülkelerde sanayi sektöründe çalışanların mutlak sayısında da bir düşüş olduğunu veya en azından bir artış olmadığını görüyoruz. Örneğin Almanya’da 1980’de sanayide çalışanların (işyeri sahipleri de dahil) sayısı 11 milyon 592 binken 2009’da küçük bir azalışla 11 milyon 221 bin olmuş; en dramatik düşüş belki de İngiltere’de yaşanmış: 1979’da 9 milyon 693 binden 2009’da 5 milyon 623 bine düşüş.[11]
Buna karşın sanayileşmiş dünyada sanayinin önemini yitirdiğini iddia etmek saçmalıktan başka bir şey değil. Bunu bu ülkelerin emek verimliliği ve toplam sanayi (özellikle imalat) çıktılarını ortaya seren rakamlardan gözlemleyebiliriz. Sanayide çalışanların toplam işgücü içindeki payı azalsa da teknolojik yenilikler sayesinde emeğin verimliliği[†] çok büyük oranda arttığı için toplam sınai üretim artıyor. Sanayi istihdamı en çok azalan İngiltere’de ekonominin bütününde 2013’te ortalama işçi verimliliği 1979’un yaklaşık 1,86 katına çıkarken, esas artış imalat sanayinde göze çarpıyor: 2013’ün imalattaki ortalama verimliliği 1979’un yaklaşık 2,7 katı.[12] İngiltere’de sanayide çalışanların sayısı yarı yarıya azalmış olsa da ülke eskiye göre daha fazla sınai malı üretiyor. Bunu İngiltere’nin toplam imalat üretimi rakamlarında da görebiliyoruz: 1978’den 2013’e yüzde 10’luk bir artış.[13] Toplam imalat üretiminde daha çarpıcı artış Almanya’da gözlemleniyor. Sadece son 19 yılda Alman toplam imalat üretimi yaklaşık yüzde 44 artmış.[14]
ABD sanayi üretiminde de aynı eğilimi görmek mümkün:
İmalatta istihdamın yaklaşık altıda birinin kaybıyla birlikte sanayide yoğun bir rasyonalizasyona neden olan 2001-2 daralmasından sonra bile endüstriyel işçi sınıfının ortadan kalkması hiç de söz konusu değildi. 2007’de sanayi üretimi 2000’dekinden yüzde 8 ve 1996’dakinden yüzde 30 yüksekti.[15]
Kaldı ki 2007’de bir de kriz yaşayan ABD kapitalizmi sanayideki üretim artışını hala devam ettirebiliyor. 2014 toplam sanayi üretimi, 2007’ninkinden yaklaşık yüzde 4 daha fazla.[16]
Chris Harman kendisinin aktardığı ABD’nin sanayi verilerine bakarak şunu ekliyor: “İmalat sanayinin tamamen Üçüncü Dünya’ya taşındığı söylenmesine rağmen dünya çıktısının beşte biriyle (15 devletin üye olduğu eski Avrupa Birliği toplu olarak dörtte birle birinciydi) ABD, dünyanın en büyük tekil imalat merkezi olarak kalmıştı”.[17]
Gelişmiş ülkelerde fabrikaların sökülüp Üçüncü Dünya’ya taşındığı/taşınacağı yalanının gerisinde düşen kar oranlarıyla birlikte dünyanın her yerinde uygulanan neo-liberal politikalar ve onunla bağlantılı olarak batı işçisini düşük ücretlere ve sosyal haklara ikna etme derdi var.
Kaldı ki gelişmekte olan ülkelerin çoğunda sanayinin ekonomi ve istihdam içindeki paylarında öyle ciddi düşüşler yaşanmıyor. Üstelik bu ülkelerde hızlı nüfus artışına paralel olarak toplam işgücü miktarında ciddi artışlar var. Ancak bir yandan teknolojinin gelişmesi, bir yandan da bu ülkelerde seyyar satıcılık gibi kayıt dışı-marjinal ekonomik faaliyetlerin istihdam payının yüksekliğini koruması sanayinin toplam işgücü içindeki payının çok fazla artmasını engelliyor. Buna karşın bu ülkelerde sanayinin ekonomideki ve istihdamdaki payının önemini (en kötü ihtimalle) koruduğunu rahatça söyleyebiliriz. Örneğin OECD’nin verilerine göre 1979’da Türkiye’de çalışan 15,581 milyon kişinin 3,189 milyonu sanayi sektöründe (inşaat da dahil) çalışırken (yaklaşık yüzde 20,4), bu sayılar 1999’da toplam 21,546 milyon çalışan ve sanayi istihdamı 4,468 milyon (yaklaşık yüzde 20,7) oldu.[18] Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre ise 2005’te toplam 19,633 milyon çalışanın 4,241 milyonu sanayi, 1,097 milyonu inşaatta çalışmış. Bu ikisinin birlikte işgücü içindeki payı yüzde 27,2 olmuş. 2013’te ise toplam 24,601 milyon çalışanın 5,101 milyonu sanayide, 1,768 milyonu inşaatta çalışmış. Bunların işgücü içindeki payının da yüzde 27,9’a çıktığını görüyoruz.[19] Yani Türkiye’de inşaat da dahil sanayinin hem payı hem de mutlak çalışan sayısı artmış. Ayrıca Türkiye’nin 2013’teki toplam sanayi üretimi, 1986’nın yaklaşık 3,2 katına çıkmış.[20]
Velhasıl sanayi istihdamının gelişmiş ülkelerde düştüğü doğru. Ancak bunun nedeni artık bu ülkelerin mal üretmeyi bırakıp sadece akıl-fikir üretmeye konsantre olması değil, sanayide yaşanan teknolojik gelişmelerin emeğin verimliliğini inanılmaz boyutlarda artırmasıdır. Böylece eskiden 4-5 işçinin yaptığı işten daha fazlasını gelişmiş bir makine başında tek bir işçinin yapması mümkün hale geldi. Dolayısıyla binlerce işçinin çalıştığı sanayi komplekslerinin sayısı azaldı. Ancak sanayideki mavi yakalı işçilerin ömrünün sona erdiğini söylemek için henüz çok erken.
Beyaz yakalıların ait olduğu sınıf
Beyaz yakalıların sınıfsal mensubiyeti konusuna Marksist literatürün temelleriyle başlayalım. Marx’a göre halk veya ulus gibi kavramlar sonradan uydurulmuş, suni kavramlardır. Onun için esas olan bir insanın hangi ırktan veya ulustan olduğu, hangi dili konuştuğu veya hangi dini cemaate bağlı olduğu değil, üretim ilişkilerindeki konumudur. Toplumun veya bir grubun yapısını belirleyen temel değişken budur. Üretim güçlerinin ve üretim ilişkilerinin durumunu alt yapıya yerleştirirken diğer tüm sosyal kurumları üst yapı kategorisine sokar. Her ne kadar üst yapı kurumlarındaki değişimler (yeni yasalar, dini inanışlar veya başka tür politik/sosyal değişimler) alt yapıda yer alan iktisadi ilişkileri etkilese de esas belirleyici çoğunlukla toplumun/grubun karnını doyurma çabaları ve biçimleridir.
Marx’a göre modern toplum iki ana sınıfa ayrılır: Üretim araçlarının sahibi olan ve/veya üretimin kontrolünü elinde bulunduran kapitalist sınıf ve maddi çıkarları onun tam karşısında yer alan, üretim araçlarından “bağımsızlaştırılmış” işçi sınıfı. Bu ikili-antagonistik bakış Marksistlerin tüm sınıflı toplumları analiz ederken kullandıkları temel araçtır: Roma ve Antik dünyada hayatın gidişatını belirleyen köle sahibi aristokratlarla köleler arasındaki mücadeleyken, feodal döneme damgasını vuran lordlar (toprak ağaları) – serfler (marabalar) ayrımıydı.
Ancak post-modernistlerin işçi sınıfının artık bittiğini, onun yerine “beyaz-altın yakalılar”ın geçtiğini iddia ettiklerinden bahsetmiştik. “Sanayisizleşme” safsatalarıyla birlikte üretilen esnek üretim modelleri, sözde yatay örgütlenme ve endüstri içi demokrasi gibi çeşitli (hiç de pembe olmayan) yalanlar üzerinden kapitalist ideologlar var olan eşitsiz toplumsal yapıyı korumaya çalışıyor.
Sınıfın ölümü teknolojinin gelişmesiyle kapitalizmin değiştiği, eski dönem fabrika düzenine dayalı fordist üretim şeklinin sona erdiği düşüncesi üzerinden yükseliyor.
Eski dönem ve yabancılaşmış emek
“Değerin tek kaynağı vardır; o da emektir”; bu sözler liberal ekonomi öğretisinin kurucusu Adam Smith’e ait. O, bu sözlerin daha sonra kendisinin temsilciliğini yaptığı kapitalist düzene karşı kullanılacak bir araca dönüştürüleceğini düşünmüş olsaydı herhalde bu kadar açık sözlü olmazdı. Marx, bu sözü gerçek anlamıyla kendi dünya görüşünün merkezine yerleştirdi ve şu basit soruyu sordu: Madem “değer”in kaynağı emektir; yani bu dünyadaki her şeyi emek ve emek sahipleri yaratır, o zaman kapitalistlerin işi ne? Neden yaratıcılar kendi hayatlarını paralayarak çalıştıkları halde sırf iş mekânının ve makinelerin (sermayenin) mülkiyeti veya kontrolü kapitalistlerde diye kaymağı onlar yiyor da emekçilere sadece en iyi ihtimalle kırıntılar kalıyor?
Nasıl ki Antik Yunan’da daha sonra sırtına indirilecek olan kırbacı kölenin kendisi yapıyorduysa kapitalist dünyada da emeğin ürünlerinin onları yaratan emekçiden çalınıp ona düşman aletler ve makineler haline çevrilmesi söz konusu. Hiçbir işçi, kendisi çoğunlukla ay sonunu güç bela getirirken “aman patronum daha zengin olsun” diyerek çalışmaz. Ancak onun yarattığı ve o olmazsa kesinlikle yaratılamayacak olan ürünler ondan alınır ve önemli bir kısmı sermayeye (üretim araçları veya onları almaya-kontrol etmeye yarayan finansal sermayeye) çevrilir. Bu döngüde modern kölenin antik dünyadaki atalarından tek farkı onun ürettiği ürünlerin kırbaç zoruyla değil, işten atma ve aç bırakma tehdidi zorbalığıyla elinden alınmasıdır.
Sonunda kendisini öldüren silahları, greve çıktığında polis tarafından kendisine atılan gaz bombalarını bile işçi sınıfının kendisinin üretmesi tarihin bir cilvesi değil, kapitalizm de dahil bütün sınıflı toplumların ortak noktalarından birisi olan ve bütün toplumsal ilişkilere sinmiş olan yabancılaşmanın ve yabancılaşmış emeğin bir sonucu ve en vahim göstergesidir.[‡]
Yabancılaşma hayatın her alanında karşımıza çıkan bir olgudur. Örneğin önceki toplumsal formasyonlarda önemli bir konumda olan komşuluk ve akrabalık ilişkileri günümüzdeki önemini ciddi boyutta yitirdi. Bunun temel nedeni kapitalizmin durmadan bize aşıladığı “herkes herkesin kurdudur” anlayışı. İnsanlar birbirlerini ortak olarak değil rakip veya potansiyel düşman olarak görüyor. Bu yüzden yıllarca aynı apartmanda oturan karşı komşular birbirlerinin ismini bile bilmez hale geliyor. Başka bir örnek de doğanın kopmaz parçası ve onsuz yaşayamayacak olan insanların çoğunun doğanın kapitalistlerin kar hırsı yüzünden yok edilmesine çoğu zaman fazla ses çıkarmamalarıdır. Bunu da doğadan yabancılaşma olarak değerlendirilebiliriz. Ancak bütün bu veçheleri doğuran esas kaynak emeğin yabancılaştırılmasıdır.
Öncelikle işçinin kendisinin çalıştığı aletlere yabancılaşması (veya Marx’ın kinayeli bir şekilde belirttiği gibi bağımsızlaştırılması) söz konusudur. Üretim araçlarına sahip olması sayesinde “eski dönem”in fabrikatörü, işçinin çalışma koşullarından, ücretine ve hatta davranışlarına kadar her şeye karışma hakkına da sahip oluyor. Aynı şekilde bu sayede üretim sonunda ortaya çıkarılan emek ürününün aslan payına da sahip çıkıyor. Marx’ın sömürü dediği olay tam da budur.
Sömürü, Marx’ta yabancılaşmış emeğin doğurduğu en önemli sonuçlardan birisidir. Toplumda egemen olan anlayışa göre emeğe sahip işçiyle üretim araçlarına sahip kapitalist arasında özgür bir iş anlaşması yapılır. İşçi emeğini satar, karşılığında da kapitalistten ücret alır. Bazı kötü niyetli patronlar dışında işçi, emeğinin tam karşılığı olarak hak ettiği ücreti alır. Marx, bu anlayışa temelden karşı çıkar:
Sınıflı bir toplumda işgününe bakan Marx, iki bölüm görmektedir. Bir bölümde doğrudan üretici gerekli emeği harcar. Diğer bir deyişle kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin hayatta kalmaları için ihtiyaç duyulan geçim araçlarını üretir (…) İşgününün ikinci bölümünde üretici artı-emek harcar. Bu saatlerin ürünü fiilen iş yapan kişi tarafından değil, üretim araçlarının sahibi tarafından alınır.[21]
Bunun anlamı aslında işçinin kendisinin aldığı ücretin tam değerinin üstünde çalışmasıdır. Sermayedar, işçinin yarattığı değerin küçük bir kısmını işçiye ücret olarak verirken kalan kısmını kar adı altında cebine indirir. Marksist yazında işçinin yarattığı ve kendisinden çalınan bu ekstraya artı-değer denilir. Kapitalist sırf makinelerin sahibi olduğu için işçinin doğrudan ürettiği değerin esas kısmına el koyma hakkını kendinde görür.
Bu konuda bazılarının şöylesi itirazları var: Kapitalistle işçi birbirini tamamlayan halkalardır. Patronun işyeri ve makinesi olmadan işçi çalışamayacak ve aç kalacaktır. Ürünlerin üretilmesinde emek kadar üretim araçları da şarttır.
Burada bir adım geri atıp şu soruyu soralım: Patronun sahip olduğu ve dolayısıyla üretilen değerin aslan payını almakta kendisinde hak görmesini sağlayan üretim araçlarını (makine, teçhizat) kendisi mi yarattı? O makineler bir önceki dönemin emeğinin ürünü değil mi? Başka bir açıdan yaklaşalım: Şu anda dünyanın en gelişmiş makinelerini, bilgisayarlarını bir araya getirelim. Eğer başlarında onları kullanacak işçiler olmasa o makineler üretim yapabilir mi? Dolayısıyla bugün örneğin bir otomobilin yapımında kullanılan yarı otomatik robotlar, bir önceki dönem o robotların yapıldığı fabrikalarda başka işçiler tarafından üretildi. Ve tam olarak orijinine inecek olursak tüm tüketim malları gibi üretim malları da emeğin ürünüdür. Makine ve alet-edevat kendi başına bir işe yaramaz; onlar sadece üretimde emeğin yardımcı araçlarıdır. Dolayısıyla patronların işçilerin ürettiği değerin esas kısmına sahip çıkmaları, bir ağanın serflerin emeğinin ürünlerine sahip çıkması veya Atinalı bir köle sahibi aristokratın köle emeğine el koymasıyla aynı anlamı taşır: Sömürü.
Marx’ın sömürüden anladığı işçinin düşük ücret alması değildir. Günümüzde otomotiv veya petro-kimya sanayinde çalışan mavi yakalı işçiler, tekstil sektöründekilere göre nispeten yüksek ücretler alırlar. Ancak hepsi de sermaye sahibi patronlar tarafından sömürülür. Petro-kimyada alınan yüksek ücretler bu sektörde yaratılan değerin tekstile göre çok daha yüksek olmasından ve kısmen de örgütlenme düzeyinin yüksekliğinden kaynaklanır. Ancak pek çok durumda bu yüksek ücretli sektörlerdeki sömürü oranları (patronların el koyduğu artı-değer oranı) diğer düşük ücretlerin egemen olduğu sektörlerle aşağı yukarı aynıdır ve hatta bazen daha yüksek bile olabilir.
Emeğin kendi ürününden yabancılaşması gittikçe artan sömürünün temelidir. Marx’a göre işçi kendisinden ne kadar çok verirse kendisine o kadar az kalır, insanlığını o derece kaybeder, yoksullaşır ve yoksunlaşır. Her gün 13-14 saat yapılan tekrara dayalı işler işçileri çalışmadan nefret eder hale getirir. Üstelik kendilerinin ürettiği makineler belli bir zaman sonra kendileri yerine istihdam edilmeye başlanır ve onlar işsizliğe ve açlığa mahkûm edilirler.
Makineleşmeyle birlikte kalifiye emeğe talep azaldıkça işçi sınıfının değeri daha da azalır. Örneğin fabrikalar ortaya çıkmadan evvel imalat faaliyetleri bir usta, birkaç kalfa ve onlardan biraz daha fazla çıraktan oluşan küçük zanaatkâr esnaf dükkânlarında gerçekleştiriliyordu. Usta, üretilen malın ve üretim sürecinin bütününe hakimdi ve diyelim ki dikilecek bir gömleğin ana aşamalarını kendisi gerçekleştiriyor, nispeten daha az ustalık gerektiren işleri kalfalar ve çıraklar arasında paylaştırıyordu. Kalfalar ve çıraklardan ise zamanla ustalaşmaları (yani beceri kazanmaları) bekleniyordu. Buharlı makinelerin desteğindeki fabrikasyon üretim şekli bu süreci tamamen değiştirdi. Artık ana faaliyetleri makineler yapıyor, usta işçiler yerine daha çok makinelerin başında küçük işler yapan (örneğin iplik koptuğunda ipliği tekrar makineye takan veya Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar’da dalga geçerek anlattığı gibi sabahtan akşama kadar vida sıkan) işçilere ihtiyaç artıyordu. Bu makineler her ne kadar emeğin kalitesini düşürse de emeğin verimliliğini büyük boyutlarda artırdı. Küçük esnaf faaliyetiyle bir günde diyelim 3-4 gömlek dikilirken makineli üretimle bu sayı yüzlerle, binlerle ifade edilmeye başlandı.
Böylece fabrika sahibi aynı sürede daha fazla üretim yaptıkça ve bu ürünleri daha ucuza sattıkça, usta esnaflar batmaya ve fabrika işçisi olmaya başladılar. Marx bu sürece küçük burjuvazinin proleterleşmesi diyordu.
Teknolojinin gelişmesi daha hızlı, daha güçlü, daha etkin ve daha az işçinin çalıştırılmasını mümkün kılan makinelerin ortaya çıkmasını beraberinde getiriyor. Bu makineler ürünün üretim sürecini giderek daha küçük parçalara ayırırken, emeğin işbölümü ve uzmanlaşma durumunu artırmayı beraberinde getirdi ve getirmeye devam ediyor. Zaten fabrika işçilerinin sürekli, tekrara dayalı ve basit işler yapması da bunun sonucudur.
Kapitalistlerin teknolojik gelişmeyi desteklemelerinin temel nedeni emeğin verimliliğini artırarak daha kısa sürede daha fazla mal üretiminin sağlanması ve böylece rekabette bir adım öne geçme isteğidir. Başlangıçta bir kapitalistin yeni bir makine kullanmaya başladığını düşünelim. Bu yeni makine elbette eskilere göre mutlaka ya daha hızlı üretim yapılmasını ya daha az işçi kullanılmasını ya da her ikisini birden sağlayacaktır. Yeni makineyle üretime geçildikten sonra belli bir dönem bizim yenilikçi kapitalistimizin toplam karı artma eğilimine girer. Ancak rakipler fazla geride kalmayı göze alamayacaklardır. Onlar da aynı makineleri (veya daha gelişmişlerini) kullanmaya başlayacaklardır. Böylece o sektörde makineleşmenin artması belli bir vadede malların birim maliyetlerini ve dolayısıyla fiyatlarını düşürür. Marx’a göre rekabet yüzünden kapitalistler üretim sürecinde kullanılan sermaye miktarını (göreli olarak) durmadan artırmak zorundadır. Bunun doğal sonucu mal başına düşen emek miktarının azalmasıdır aynı zamanda. Ancak bu durum önce birim (mal başına) karlılığı daha sonra da toplam karlılığı azaltır. Marx bunu kar oranlarının azalma eğilimi adı altında genelleştirir. Kar oranlarının ekonominin genelinde dayanılamayacak boyutta düşmesi de kitlesel iflasları beraberinde getirir ki ekonomik kriz denilen olgu tam da budur. Kapitalizm kendini yiyen yılan misali sürekli kendi topuğuna kurşun sıkar, krize girer. Daha popüler bir ifadeyle ekonomik kriz kapitalizmin fıtratında vardır.[§]
Teknolojik gelişim kalifiye emek ihtiyacını azalttığı gibi emeğin üretim içindeki payını da düşürür. Bu durum bir sonraki dönem emek gelirlerinin payının sermaye gelirlerine göre azalmasına neden olur. Başka bir ifadeyle makinelerin tek yaptığı emeğin verimliliğini artırmaktır; işçiler makineleri kullanarak daha fazla üretirler. Ancak daha fazla ürettikçe kendi payları azalır.
Yeni (?) ekonomi ve beyaz yakalılar
Peki, bu durum günümüzde değişti mi?
Öncelikle çalışanlarının büyük bölümünün beyaz-altın yakalılardan oluştuğu düşünülen hizmetler sektörü üzerine birkaç not düşülmeli. Burjuva iktisatçılar arasında ekonomiyi üç ana sektöre bölme ve böylece ekonomik aktiviteyi inceleme alışkanlığı var: Tarım, sanayi ve hizmetler. Günümüzde dışkısında boncuk aranılan hizmetler sektörünün tanımlanması ve kapsamının belirlenmesi konusunda ciddi belirsizlikler var: “Sanayi ve hizmetler arasındaki olağan ayrım aydınlatmadan çok belirsizlik yaratır. Hizmetler; sanayi ve tarıma uygun düşmeyen her şeyin tıkıldığı artık bir sektördür”.[22] Kaldı ki günümüzde hizmetler kategorisinde düşünülen kimi faaliyetler geçmişte sanayinin doğal parçası kabul ediliyordu:
(…) sanayiden hizmet sektörüne geçişin bir bölümü özünde benzer işlere verilen isim değişikliğinden başka bir anlam taşımaz. 30 yıl önce bir gazete için dizgi makinesinde çalışan biri, bir çeşit sanayi işçisi (matbaa işçisi) olarak sınıflandırılırdı. Bugün bir gazete yayıncısı için bilgisayar dizgi mizanpajı yapan biri hizmet işçisi olarak sınıflandırılır. Ama yapılan iş esasında aynı kalmıştır ve ürün az çok özdeştir.[23]
Bu açıdan bakıldığında “geçmiş”in matbaa işçisi iş kıyafetini ve kullandığı iş aletlerini değiştirmiş; ama özünde aynı işi yapmaya devam ediyor. Her gün eline geçen fotoğrafları Photoshop veya benzeri bilgisayar programlarında kesiyor, boyutlarını ve renklerini ayarlıyor, sonra yazılarla birlikte bunları bir mizanpaj programı kullanarak sayfalara yerleştiriyor. Yaptığı işler her gün ve her gün aynı olmasına karşın o artık “yeniliğe açık”, “maceracı”, “tekrara dayanmayan işler yapan” bir hizmet çalışanı olarak değerlendiriliyor.
Bununla beraber hizmetler kategorisinde istihdam edilenlerin önemli bir kısmı kafa değil kol emeğini satan işçilerden, yani yakasının rengi son derece mavi olanlardan oluşuyor:
Kolla çalışan işçi sınıfını üretim sanayileriyle, beyaz yakalı işçileri hizmetlerle eş anlamlı saymak yaygın bir eğilimdir. Buna bağlı olarak da imalat işlerine oranla hizmet işlerinin artmasının işçi sınıfını gerilettiği sonucu çıkarılır. Oysa denklem yanlış kurulmuştur. En önemli hizmet sanayilerinin bir bölümü geleneksel türde kol işçisi çalıştırır. Çöpçüler, hastane işçileri, liman işçileri, kamyon şoförleri, otobüs ve tren sürücüleri, posta işçileri, hizmet işçilerinin bir bölümünü, üstelik çok büyük bir bölümünü oluştururlar.[24]
Bunlara bir de gökdelen plazaların ve AVM’lerin temizlik işçilerini, son yıllarda sayıları hızla artan moto-kuryeleri, vb. eklemek gerekir.
Gelelim beyaz yakalı çalışanların durumuna. Öncelikle beyaz yakalı çalışanların hepsini aynı kalıbın içine tıkıştırmaya çalışmak, bütün yaşayanları canlı kategorisinde ele alıp arada kaplıca keyfi yapmayı seven bir Japon kar maymunu ile tek hücreli bir bakterinin aynı yaşam koşullarına sahip olduğunu iddia etmek kadar anlamsızdır. Beyaz yakalı çalışanlar da en az mavi yakalılar kadar sınıfsal karşıtlığın cenderesi altında çalışırlar.
Sınıfsal ayrım konusunda bazen Marx’ın “değer yaratan” ve “değer yaratmayan” emek ayrımı kilit bir nokta olarak ele alınıyor. Sanki sadece sanayinin mavi yakalı işçisi somut mal üretiminde yer aldığı için değer yaratırken (ve bu yüzden proleter iken) hizmetlerin beyaz yakalı çalışanı değer yaratmıyor; dolayısıyla bu son grup işçi sınıfının parçası olamaz.
Marx’ın üretken ve üretken olmayan emek farklılaştırması çeşitli muğlaklıklar barındıran bir mevzu. Net olan şeyse Marx’ın bu ayrımı yaptıktan sonra üretken olmayan işlerde çalışanların en az üretkenler kadar proleter olduğunu söylemesidir. Kaldı ki bu farklılaşmada Marx’ın aklındaki mal-hizmet ayrımı değil, o alanda kullanılan emeğin toplam artı-değeri artırıp artırmamasıdır. Örneğin taşımacılık faaliyetinde kullanılan emek ona göre üretkendir, çünkü bu faaliyet o malların üretimini tamamlar. Dolayısıyla çeşitli hizmetlerin üretimi de en az mal üretimi kadar üretken emek faaliyetleri kapsamında yer alır.
Sözgelimi bir filmde oynamak oyuncuyu istihdam eden kapitalist tarafından meta olarak satılmasıyla kar getiren bir kullanım değeri yaratması (insanları eğlendirmesi ve hayat standartlarını artırması) ölçüsünde üretkendir.[25]
Marksist sınıfsal ayrımda kullanılan iki kriter var: Birincisi üretim araçlarının mülkiyetidir. Kapitalistlerin ilk akla gelen özelliği işyerlerinin ve alet-edevatın sahibi olmalarıdır ve işçiler kendilerinin kullandığı araçlardan “bağımsızlaştırılmışlardır”. Eğer herhangi bir işyerinin (bu ister AVM, ister banka, isterse büyükçe bir fabrika olsun) mülkiyeti bir ya da birkaç kişiye aitse ve dolayısıyla bunlar neyin, ne kadar, hangi fiyattan üretilip satılacağına karar verme hakkını mülkiyet vasıtasıyla kendi doğal hakları olarak görüyorlar ve bu haklarını sonuna kadar kullanıyorlarsa onlara hızlıca “kapitalist” damgasını vurabiliriz.
Sermayeye doğrudan mülkiyet vasıtasıyla sahip olanlar dışında kalan herkes işçi sınıfının parçası değildir elbette. Örneğin günümüzün kocaman, çok uluslu şirketlerin alacağı kararları bir veya birkaç kişi vermiyor. Hatta eğer o şirketin hisseleri borsada alınıp satılıyorsa küçük birikim sahipleri de o şirketin küçük ortakları olabiliyor. Üstelik bu şirketlerin bir kısmının CEO’ları yönettikleri şirketin ya hiç ortağı değildir ya da hisse payları çok azdır. Nasıl ki bu şirketin borsadaki birkaç hissesini alan “küçük ortak”ları kapitalist olarak kabul etmek saçmaysa (ki şirket yönetiminde hak sahibi olabilmek için belli bir paya sahip olmak gerekir), aynı şekilde işyerinin mülkiyetine sahip olmayan ama o işyerinin bütün stratejik kararlarını ilk elden alan bu üst yöneticileri de işçi olarak kabul etmek o kadar aptalca olacaktır.
Burada sınıfsal ayrımda kullanılan ikinci kriteri de devreye sokmalıyız: Üretimin yönetimi ve kontrol edilmesi. Bizim CEO şirketin mülkiyetinden bağımsız bir şekilde o şirketin neyi, ne kadar, nasıl ve kimlerle üreteceği konusunda ilk elden söz sahibidir. Bu karar hakkı onu net bir şekilde egemen sınıfın bir parçası yapmaya yeter de artar bile.
Aynı mantığı devletin üst düzey asker-sivil bürokratları için de yürütebiliriz. Bir general herhangi bir tankın sahibi değildir. Onu alıp satamaz. Ama o tankın nereye gideceğine, içinde kimlerin olacağına, ne kadar bomba atacağına, 12 Eylüller’de nerelerde konuşlanacağına ve gerektiğinde kimleri öldüreceğine karar veren mekanizmanın parçasıdır. Bu yüzden o da tıpkı üst düzey şirket yöneticileri, büyük firma sahipleri/yönetim kurulu üyeleri, üst düzey sivil devlet yöneticileri ve bürokratları gibi layıkıyla egemen kapitalist sınıfın bir parçasıdır.
Callinicos’un “kapitalistlerin aylıklı üyeleri” dediği bu çok küçük azınlık grubunun tersine üretimin yönetimi ve denetiminde pay sahibi olmayan ezici çoğunluk yer alır. Bunların çalışma koşulları, işteki konumları mavi yakalı işçilerle aynıdır. Bunlar işçi sınıfın doğal parçasıdır.
Bir de bu iki arasında yer alan ve yalpalayan, “çelişkili sınıfsal konuma sahip bir ara katman” [26] yer alır: Yeni orta sınıf.[**]
İşçi sınıfının beyaz yakalı üyelerinin analiziyle başlayalım. Yukarıda fabrikalardaki sınıfsal ayrımın temelinde yabancılaşma ve bununla bağlantılı olarak ortaya çıkan artı-değer ve sömürü olgularından bahsetmiştik. Sıradan bir banka şubesini ziyaret edelim. Kapıda bizi güvenlik görevlisi ve varsa danışma elemanı karşılar. Sıra bize geldiğinde karşımıza standart bir banka memuru çıkar ve işimizi halleder. Şubede bu şahıslar dışında daha özel hizmetlerde uzmanlaşmış (kredi ve kredi kartı satışı-takibi gibi) çalışanlar da yer alır. Bunların dışında bankada bir müdür, onun yardımcısı ve belki birkaç bölüm şefi olacaktır. Nispeten orta düzeyli bir banka şubesinde diyelim 20 çalışan varsa bunların en fazla beşi işyerinde yapılan faaliyetleri düzenleme, denetleme ve kontrol hakkına sahip kişiler olacaktır. Geriye kalan 15’inin kendisine emredilen işi, emredilen zamanda, emredilen şekilde yapmaktan ve her gün elinin altından binlerce lira geçerken tıpkı mavi yakalı kardeşleri gibi ay sonunu güç bela getirmeye çalışmaktan başka çaresi yoktur. Sabah sekiz buçuk-dokuz gibi başlayan mesai akşam (en iyi ihtimalle) altı-altı buçukta biter. Yapılan işler her gün aynıdır ve kesin tanımlıdır. Banka memuru elinin altında dünyaya açılan bilgisayarlar ve internet bağlantısı olsa da arada yapılan kaçamak sosyal medya takibi dışında, hesaplara giriş-çıkış yapmak, para saymak, havale emri yazmak ve yazıcıdan makbuz çıkışı almak dışında o sihirli makineyi kullanamaz. O sihirli makine aslında ona düşman gibi görünür; onun günde en az 8-9 saat sandalyeye çakılı kalmasına ve her gün aynı sıkıcı işleri tekrar tekrar yapmasına neden olan şeytan icadıdır. Hiç de o bilgisayarla dünyaya açılıp yeni şeyler öğrenme, yeni beceriler kazanma şansı yakalayamaz. Bunların arasından çok çok küçük bir kısmının orta-üst düzey yönetim kademelerine yükselme şansı vardır. Tanıdık geldi mi?
Bu beyaz yakalı işçilerin dışında kalan beş kişi de hiç de kapitalist sınıfın mensupları değildir. Her ne kadar şube müdürü işçileri denetlese ve onların performanslarını merkeze iletse de onun da denetim hakkı sınırsız değil. Ancak yine de bankaya yaptığı değer katkısından büyük ihtimalle daha fazlasını elde ediyor. Yani bir anlamda şirket yönetiminin ajanlığını yaparak işçilerin sömürülmesinden küçük de olsa pay alıyor.
Bizim bankadaki işçi sınıfının beyaz yakalı kesimi dışında kalan bu beş kişi “yeni orta sınıf” denilen ara katmanı oluşturuyor. Bir yandan tıpkı işçiler gibi onların da şirketin stratejik kararlarına katılma hakları yok; dolayısıyla onlar da “emir kulu” ve bu yönleriyle işçi sınıfına yaklaşırlar. Ancak bir yandan da işçilerin sömürülmesine yardımcı olmaları ve işçiler ne kadar sömürülürlerse onların da bundan elde edecekleri kazançlarının artacak olması onları proletaryadan ayırıp kapitalist sınıfa yaklaştırır. İşte o yüzden bu grup (adında sınıf geçse de) ara katman olarak değerlendirilir. Üniversitelerin işletme fakültelerinde kullanılan bir tanımlamayla açıklayacak olursak, şirketin üst yönetimi (kapitalist sınıf) strateji belirleme, orta düzey yöneticiler (yeni orta sınıf) ise kendilerine emredilen bu stratejinin uygulanması için kısa vadeli planlama hakkına/yetkisine sahiptir.
Kaldı ki teknolojik gelişme bu ara katmanın hızla erimesini ve çoğunun konumunun işçi sınıfına yaklaşmasını beraberinde getiriyor. Nasıl ki kapitalizmin erken safhalarında buharlı makine esnafın mülksüzleşmesine ve fabrika işçisi olarak proletarya saflarına katılmasına yol açtıysa, günümüzde özellikle bilgi teknolojilerinin gelişimiyle birlikte üretimin ve üreticilerin günlük denetimi konusunda şirket üst yöneticilerinin yeni orta sınıf üyelerine olan ihtiyacı azalıyor.
Beyaz yakalı çalışanlar arasında teknolojik gelişimin küme düşürdüğü belki de ilk grup günümüzde net bir şekilde proleter olan büro emekçileridir. Büro işlerinin çoğunlukla kağıt-kalemle yürütüldüğü 20. yüzyılın başında bir büro katibinin durumu günümüzdeki muadillerinden çok farklıydı. O dönemde eğitim fırsatlarının kıtlığının ayrıcalığını yaşayan kâtip, nispeten yüksek ücret kazanıyordu. Üstelik şirketin sahibiyle kişisel güven ilişkisi kurma ayrıcalığına da sahipti. Ancak okuma-yazma bilenlerin sayısının artması, yaşanan teknolojik gelişim (daktilonun ve steno makinelerinin yaygınlaşması ve eni sonu bilgisayarların büroya girmesi) eskinin kâtibini şimdinin büro işçisi yapmaya yetti de arttı:
Bununla beraber, Marksist sınıf teorisi açısından daha temel bir özellik, Amerikalı Marksist Harry Braverman’ın deyişiyle “büro işinin sanayileşmesi”dir; başka bir deyişle, büro işlerinin büyük bölümünün yarı-vasıflı, tekrara dayalı ve elle yapılan işlemlerden oluşmaya başlamasıdır.[27]
Bunun günümüzdeki en güzel örneklerinden bir tanesi sayıları ve çalışanları hızla artan çağrı merkezleridir. Bu merkezlerde çalışanlar, bağlı oldukları veya kendilerini taşeron olarak çalıştıran şirketlerin kazıkladıkları ve/veya süründürdükleri ve bu yüzden de genelde kızgın olan müşterilerle bol bol cebelleşmek zorunda kalıyorlar. Uzun saatler boyunca yapılan iş ise hiç de “yeniliğe” falan açık değil:
Modern çağrı merkezleri[nde] (…) sıkı kılavuzlar telefonda zamanını nasıl en etkili şekilde kullanılacağını dikte ederken, bilgisayar sistemleri tuvalet ve öğle yemeği aralarını düzenler. Her şey mümkün olan her bir çalışma dakikasını işçiden çıkarmak üzere ayarlanmıştır (…) Bazı çağrı merkezlerinde işçiler, kendilerine müşterilerle ilgilenmek için soru ve cevap akış çizelgesi verildiğini ve işverenlerinin bu iletişimi bile mekanik bir şekle indirgemek için oldukça sert olduklarını söylemektedirler.[28]
Teknolojik yenilikler, yapılan işin verimini artırdığı oranda işin standartlaşmasını da beraberinde getiriyor. Böylece daha önce o işi yapmak uzmanlık gerektirirken makinelerin istihdamıyla birlikte vasıflı emek ihtiyacı da azalıyor veya aslında aynı şey demek olan önceki dönemin vasıflı emeğinin değerini azaltıyor.
Şimdi de bir hastaneyi ziyaret edelim. İçeride ilk karşılaşacağımız çalışanlardan bir tanesi, eski dönemki nispeten yüksek toplumsal statüsünü çoktan kaybetmiş olan hemşire olacaktır. İşte bu hemşireyle beraber hastabakıcıları, ebeleri ve sağlık memurlarını gözü kapalı bir şekilde işçi sınıfının hanesine hızlıca yazabiliriz.
Peki, ya doktorlar? Toplumun geneli kafasındaki doktor imgesinin yanına hala lüks arabaların ve dubleks villaların görüntülerini koyar ve ona proleter diyenleri garipser. Bazı doktorların gelirlerinin yüksek olduğu doğrudur. Ancak eğer ki o doktor aynı zamanda hastane sahibi veya yöneticisi değilse ve/veya kendisine ait bir muayenehanesi yoksa onun da ait olduğu sınıf, yüzü gözü motor yağına bulanmış mavi yakalı işçininkiyle aynıdır. Üstelik arabasının markası veya oturduğu muhit ne olursa olsun. Zira ortalama bir doktorun ortalama bir büro veya tekstil işçisinden daha yüksek ücret alması onun emeğinin nispeten daha değerli (vasıflı emek) olduğunun göstergesidir. Bununla birlikte doktorluk mesleği çoğunlukla 24 saati aşan nöbetleriyle, uzun saatler süren hasta muayenesi ve ameliyatlarla meşhurdur. Kaldı ki bu söylediklerimiz uzman doktorlar için geçerli. Doktorların önemli bir kısmını oluşturan pratisyen hekimler neredeyse hemşirelerle aynı zamanda proleterleşmişlerdi.
Neticede hastaneden çıkıp bir okula, üniversiteye, muhasebe bürosuna veya sıradan bir devlet dairesine girsek karşılaşacağımız manzara değişmeyecektir.
Yaşlılık belirtisi olarak beyaz yakalıların artması
Beyaz yakalı çalışanların genellikle istihdam edildikleri hizmetler sektörünün ekonomilerdeki şişkinliğinin artması 1960’ların sonundan itibaren gözlemlenmeye başlanan bir süreç. Kimilerini tanrı parçacığını keşfetmişçesine sevindiren bu olgu aslında kapitalist ekonomik yapının ne kadar hastalıklı ve kırılgan olduğunun en önemli göstergelerinden bir tanesidir.
Son 30-40 yıllık dönemde reklamcılık, bankacılık-finans gibi sektörlerin ekonomideki ve istihdamdaki paylarının artmasının temel nedeni reel sektördeki kar oranlarının düşük seviyelerde bulunması ve buna bağlı olarak rekabetin kızışmasıdır.
Sermaye ve pazar paylarını artırma telaşında olan kapitalistler reklamlara ve “halkla ilişkiler” dedikleri diğer göz boyama tekniklerine her sene milyarlarca lira döküyorlar. Bu, insanı çileden çıkaran Aziz Nesin’lik durumların sayısını giderek artırıyor da. Örneğin sabah akşam maliyetlerin yüksekliğinden dert yanan THY yöneticilerinin, daha insanca çalışma koşulları için greve çıkan THY emekçilerini işten attığı sırada “PR çalışması” niteliğinde dünyanın en büyük futbol klüplerinden Barcelona’nın sponsorluğu için milyarları akıtmaktan geri durmaması ya da demokrasi şampiyonu TÜSİAD’ın eski başkanı ve Sütaş’ın sahibi Muharrem Yılmaz’ın Türkiye’deki tüm fabrikalarında sendikalaşmaya giden işçileri işten atarken her gün televizyonlarda dönen ayran reklamlarına milyonlar akıtması. Bir örnek de dindar sermayeden: Sendika değiştiren işçiler tek tek işten atılırken Ülker, bir İngiliz firmasını satın almaktan ve de yine televizyonlarda mutluluk taşan reklamlar yayınlatmaktan geri durmadı ve durmuyor.
Düşük karlılık durumunun kalıcılaşmasının bir başka göstergesi finans sektörüdür. Reel sektörde karlılığın azalması kapitalistlerin finansal hokus pokuslarla birbirlerinden (ve küçük tasarruf sahiplerinden) çalma uğraşısını da artırıyor. Yeni fabrika kurmanın getirisinin azaldığını görenler borsayla, bir takım spekülatif girişimlerle paradan para kazanma çabasına giriyor. Bu da finansal sektör çalışanlarının hızla artmasını beraberinde getiriyor. Ancak para hiç de doğurgan bir şey değildir. Finansal sektör kapitalistler birbirlerini yasal olarak soyabilsinler diye var. Finansal sektörde elden ele geçen değerler, bankaların kendi yarattıkları değerler değil daha önceden yaratılmış olan değerlerdir. Finans sadece bu değerlerin el değişimini mümkün kılar; yeni bir şey yaratmaz.
Bu yüzden reklamcılık gibi finans sektöründe kullanılan emek, toplumsal bir fayda yaratmaz. Aslında bu alanlarda kullanılan emek tamamen çöpe atılan emektir.
Çöpe atılan emek demişken güvenlik sektöründen bahsetmeden olmaz. Kapitalizmin yarattığı ve her geçen gün derinleşen toplumsal adaletsizlik toplumsal tepkileri de beraberinde getiriyor. Bu tepkilerin bir kısmı kendisini “batsın bu dünya” kıvamında aşırı öfkeli ve yıkıcı bombalama-suikast eylemleri şeklinde ifade ediyor; bazıları da hırsızlık-gasp yolunu tercih ediyor. Bu çaresizliğin yarattığı öfkenin sonuçlarından kaçınabilmek için artık bakkal dükkanlarına bile kamera sistemleri kuruluyor. Parası olanlar ise özel güvenlik çalışanları da istihdam ediyor.
Gerçekten son yıllarda mevcudu en hızlı artan “beyaz yakalı” çalışanlar grubunu bu özel güvenlikçiler oluşturuyor. Her mağazanın, holdingin, bankanın, devlet dairesinin, vs. içinde bir sürü “güvenlik görevlisi”yle muhatap olmak zorunda kalıyoruz. Neredeyse her gün üst-baş araması şeklinde cereyan eden tacizle karşılaşır hale geldik.
Öfke, kolektif mücadelelerle de kendisini gösteriyor. İşte özel güvenliklerin yetmediği yerde karşımıza polisiyle askeriyle devlet-i ali çıkıyor. Toplumun sıradan bireylerinin değil kapitalist azınlığın huzuru ve güveni için var olan polisiye ve askeri uygulamalar elbette emeğin en çok çöpe atıldığı alanlardır. Kapitalizm öfkeyi artırdıkça bu alanlarda harcanan emeğin miktarı da artıyor.
Normal zamanlarda bile kör topal ilerleyebilen kapitalizm sürekli krizlerden mustarip. Sürekli yenilenen ve derinleşen krizlerden kurtulmak için de kapitalistlerin devlet desteğine olan ihtiyaçları her geçen gün artıyor. Neo-liberal ideologların en önemli argümanlarından bir tanesi devletin, ekonominin yükü olduğu ve özelleştirmeler sayesinde toplumsal kaynakların daha etkin kullanılacağıdır. Onlar devletin eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik de dahil kamusal hizmetlerin üretildiği sektörlerden çekilmesinin; yani devletin “küçültülmesi”nin mutlaka yapılması gereken, hayırlı bir iş olduğunu söyler.
Gerçekten 70’li yıllardan günümüze tüm dünyada devletin mal-hizmet üreten fabrika ve işletmelerinin özelleştirildiğine veya kapatıldığına şahit oluyoruz. Ancak devletin ekonomideki payı söylenenin aksine hiç de azalmıyor; artıyor.
Sadece son 2007 krizi dönemindeki kamu harcamalarının dünyadaki seyri bile bunun yeterince ispatını sunuyor. OECD’nin verilerine göre örneğin ABD’de kamu harcamalarının GSYİH içindeki payı 2000’de yüzde 33,8’den son küresel krizin başlangıç senesi olan 2007’de yüzde 36,7’ye çıkarken, 2009’da yüzde 42,1’e fırladı. Üstelik dünyanın en “liberal” ülkesinin bu oranı “komünist” Çin’in oranının neredeyse iki katı civarında (Çin’in 2009 oranı yüzde 23,1). Liberalizmin anavatanı İngiltere’nin oranları ise 2000’de yüzde 39.05, 2007’de yüzde 43,9 ve 2009’da 51,6. Türkiye’de ise 2007’de yüzde 34,5 olan oran krizin “teğet geçmesi”yle birlikte 2009’da yüzde 39,3’e fırlamış.[29] OECD’nin verileri dünya ülkelerinin çoğunda aynı trendin gözlemlendiğini gösteriyor.
Kriz dönemlerinde devletin ekonomideki payı birden fırlarken krizin şiddetinin azalmasıyla birlikte bir düşüş yaşanır. Ancak bu azalış, yukarı yönlü hareket kadar keskin olmaz. Bunun yanında yeni işçi kuşaklarının yetiştirilmesi ve emek gücünün devamlılığının sağlanması için (son derece yetersiz de olsa) çeşitli eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin sunulması için de devlete şu ya da bu şekilde ihtiyaç duyulur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren devletin ekonomi içindeki payının istikrarlı bir şekilde arttığı görülür.
Bütün bunlar tüm dünyada kamu istihdamının giderek artmasını beraberinde getirir. Gerçekten Türkiye’deki en büyük işveren devlettir: 2012’de Türkiye’de 1,9 milyonu memur statüsünde olmak üzere toplam 2,8 milyon kamu çalışanı vardı ve bu sayının günümüzde de benzer bir düzeyde olduğunu varsayabiliriz.[30] Devlet Personel Başkanlığı’na göre bu memurların sadece 3 bin 503’ü “üst düzey” memur; yani kapitalist sınıfın aylıklı üyeleri olan müşavirler, genel müdürler, generaller, vs. Geri kalanların ezici çoğunluğunu öğretmen, vergi memuru, doktor, hemşire, vb. oluşturuyor: Beyaz yakalı işçiler.
Sonuç yerine
Gezi Eylemleri’yle örgütlülük sorunu yeniden alevlendi. Yazının başında andığımız KONDA’nın Gezi Raporu’nda da eylemlere katılanların küçük bir kısmının sendika, parti, dernek gibi kurumlara üye olduğunu görüyoruz. Katılımcıların ciddi bir kısmının herhangi bir örgütsel bağı yok. Bununla birlikte Gezi’yle birlikte her yerde forumları, dayanışma evlerini veya benzeri yeni yapılanmaları oluşturmaya başladık.
Bu iki resme bakan bazıları (işçi sınıfının öldüğü hezeyanıyla birlikte) artık sendika, parti gibi “eski” yapıların “yeni” döneme uygun olmadığını, bunların yerine yenilerinin konmasının şart olduğunu ileri sürüyor.
Bu görüşü ileri sürenler elbette ki kapitalist değil.
Post-modernist kuramları şu ya da bu düzeyde kabul edenlerin ciddi bir kısmı kapitalizmden kurtulmak isteyen, ama geçmişten günümüze sosyal demokrat ve stalinist örgütlerin yaptıklarına bakıp gerçek sol değerleri bunların taşıdığını varsayan ve bu yüzden yenilik arayışına giren insanlar. Başka bir deyişle geçmişte Stalin ve sonrası Sovyetler Birliği’nin, bugünkü CHP’nin veya İşçi Partisi’nin ırkçı, dışlayıcı politikalarının solu temsil ettiğini düşünüyorlar. Aynı şekilde sendikal bürokrasinin bir kısmının içinde yuvarlandığı yolsuzluk çukurları, diğerlerinin ise pek çok durumda politikasızlık batağına saplanmış olması da bu insanları (hepimiz gibi) bunaltmış durumda.
Dolayısıyla Gezi Ruhu’nun bir parçasının parti ve sendikalara yönelik güvensizlik halinin anlaşılır bir tarafı var.
FAKAT…
1. Sosyalizmle stalinizmi eşdeğer görmek yanlıştır. Rusya’daki ekonomik-politik sistemin ve Rusya dışındaki stalinist örgütlerin politikalarıyla Gerçek Marksist Geleneğin birbiriyle hiçbir alakası yoktur.[††] Kaldı ki stalinizmin uygulamaları hiçbir şekilde kader değildir.
2. Kapitalist sistemin özde bir değişim geçirdiği de doğru değildir. Sanayinin ekonomi içindeki payının azalmasıyla beyaz yakalı işçilerin istihdam içindeki payının artması, işçi sınıfının sonunu getirmekten ziyade tam tersine dünya çapında işçi sınıfının büyümesini beraberinde getirmiştir.
3. Sendika ve diğer işçi örgütlerinin içinde bulundukları atalet durumu işçi sınıfının fiziki zayıflığının değil, çoğunlukla duvarların yıkılmasının ve neo-liberal saldırıların yarattığı ideolojik geri çekilmenin sonucudur. Ve bu da kader değildir.
Sendika ve işçi örgütlerinin en iyi ihtimalle içinde bulundukları atalet durumunun fiziki bir eksiklik olmadığının en açık ispatlarından bir tanesi duvarlar yıkılır, neredeyse tüm dünyada sol ve işçi hareketleri geri çekilirken Türkiye’de koskoca bir KESK hareketi kuran memurlardır. Bugün grevsiz, toplu sözleşmesiz de olsa memurların sendika hakkı varsa, KESK’in her türlü baskıya, sürgünlere, vs. rağmen yürüttüğü mücadele sayesinde var. Ancak politikasızlık hali KESK de dahil bütün sendikal yapıların ortak derdidir.
Dünya çapında duvarların yıkılmasının genel olarak solda yarattığı kaybetmişlik hissiyatı, bunun üstüne binen neo-liberal saldırılara karşı koyamama bütün dünyanın işçilerinin ortak problemidir. Bütün bunların üstüne Türkiye özelinde Kürt sorunu, laik cepheci Türk milliyetçiliğinin sınıfı bölen yansımaları bütünsel olarak solu ve sendikaları nefessiz bırakan olgulardır.
Buna karşın her mücadele dalgası, taban örgütlerini doğurur ve geliştirir. Zira herkes, hakkın verilen değil alınan bir şey olduğunun ve ne kadar ekmek varsa o kadar köfte çıkacağının farkına varır.
İster sendikal bir mücadele olsun isterse politik bir muhalif karşı duruş; birlikte direnme, kararları birlikte verme ve hareket etme işçi sınıfının doğasında vardır. Kaldı ki işçiler harekete geçtiğinde diğer ezilen-dışlanan kesimleri de kendine çeker. Onları da kendi mücadelesine katar, onların mücadelesine katılır. Gezi tüm spontanlığıyla bunu bize bir kez daha gösterdi.
Gezi bir “yeter artık” isyanıydı; bir karşı durma refleksiydi. Eylemlere katılanlar nelere hayır dediklerini biliyorlardı. Ancak bu karşı duruşu nasıl genelleştirip yaygınlaştıracağımız, nelere evet diyeceğimiz, alternatif olarak neleri koyacağımız konusunda naifliğimiz devreye girdi. Bugün hala saçma sapan insanlar, saçma sapan “camideki içki” yalanlarını dillendiriyor ve maalesef özünde bizden olan kimilerini de kandırmayı becerebiliyorsa; işte bu bizim naifliğimizin sonucudur.
Gezi’yi genelleştirmek ve derinleştirmek, sürekli yan yana durmak, fikir alış-verişinde bulunmak, birbirimizi ikna etmek ve ortaklaştığımız konularda birlikte hareket etmek; bunları da olabildiğince çok insanla birlikte yapmaktan; yani örgütlenmekten, örgütlemekten geçiyor. Mücadelenin kalıcılaşması ve yaygınlaşmasının yegane yolu bu.
Dolayısıyla Gezi’yle birlikte oluşturulan forumlar ve diğer birlikler, sınıfın klasik araçlarının ikamesi değildir; bu iki kurumsal yapı birbirinin rakibi değil, birbirlerinin tamamlayıcısıdır.
Dipnotlar
[*] Türkiye’de sınai faaliyetlerin içine imalat, enerji ve madencilik sokulur. Batıda inşaat da sınai faaliyet kabul edilirken, Türkiye’de inşaat hizmetler sektörünün içine yerleştirilir.
[†] Verimlilik bir işyerindeki (veya bütün işkolundaki/ekonomideki) toplam üretimin işçi sayısına bölünmesiyle bulunur (ortalama verimlilik).
[‡] Yabancılaşma olgusunu tüm sosyal boyutlarıyla ele alan kısa ve özlü bir çalışma için: Yabancılaşma: Marx’ın Teorisine Bir Giriş, Dan Swain, Marx21 Yayınları, 2013.
[§] Kapitalist sistemin işleyişi, ekonomi politikası uygulamalarının kısa ve öz bir tarihçesi ve ekonomik krizin neden ve sonuçları hakkında etkin bir çalışma için: Zombi Kapitalizm: Küresel Kriz ve Marx’ın Yaklaşımı; Chris Harman, Marx21 Yayınları, 2012
[**] “Yeni orta sınıf” kavramı Callinicos’un Amerikalı Marksist Erik Olin Wright’tan devraldığı bir kavram. Adında sınıf lafı geçmesine rağmen aslında Callinicos bu grubu özellikle çelişkili sınıfsal konumları olan, işçi sınıfıyla kapitalist sınıf arasında bir “ara katman” olarak değerlendirir.
[††] Bu konuda öncü çalışma Tony Cliff’in ilk defa 1940’ların sonunda yayımladığı Rusya’da Devlet Kapitalizmi kitabıdır. Kitaba Marx21’in web sitesinden (http://marx-21.net/?p=527) ulaşabilirsiniz.
Sonnotlar
1. Gezi Raporu, KONDA, 05.06.2014, internet erişimi: http://www.konda.com.tr/tr/raporlar/KONDA_GeziRaporu2014.pdf
2. Bu araştırmadan elde edilen sonuçlar için: “Geziye Kimler Katıldı: Orta Sınıflar, İşçiler, Türkler ve Kürtler Hakkında Bazı Somut Bilgiler ve Saptamalar”, Erdem Yörük, http://t24.com.tr/yazarlar/erdem-yoruk/geziye-kimler-katildi-orta-siniflar-isciler-turkler-ve-kurtler-hakkinda-bazi-somut-bilgiler-ve-saptamalar,8391
3. KONDA Gezi Raporu, s. 7
4. Aynı rapor, s. 8
5. Aynı rapor, s. 9-10
6. Aynı rapor, s. 11’deki grafik.
7. Geziye Kimler Katıldı: Orta Sınıflar, İşçiler, Türkler ve Kürtler Hakkında Bazı Somut Bilgiler ve Saptamalar”, Erdem Yörük, http://t24.com.tr/yazarlar/erdem-yoruk/geziye-kimler-katildi-orta-siniflar-isciler-turkler-ve-kurtler-hakkinda-bazi-somut-bilgiler-ve-saptamalar,8391
8. agy.
9. agy.
10. Veriler OECD’ye ait (OECD Labour Force Statistics). 1979 rakamları “http://www.keepeek.com/Digital-Asset-Management/oecd/employment/labour-force-statistics-2000_lfs-2000-en-fr#page290” adresindeki tablolardan alındı. Oranları kendim hesapladım. Diğer yılların verileri ise “http://www.keepeek.com/Digital-Asset-Management/oecd/employment/labour-force-statistics-2010_lfs-2010-en-fr#page356” adresindeki tablolardan alındı. Sanayi rakamlarına inşaat istihdamı da dahil. OECD’nin İşgücü İstatistikleri’nde ABD’nin ilgili verileri 2002’ye kadar var. Fakat genel eğilimin 2002 sonrasında da devam ettiğini düşünmek yanlış olmaz.
11. Yukarıdaki gibi.
12. Veriler İngiltere’nin resmi istatistik kurumu Office for National Statistics’in “The Changing Shape of UK Manufacturing” adlı raporunun 3. sayfasında yer alan emek verimliliğini ele alan grafik ve tablodan alındı. Oranları ben hesapladım. İnternet erişimi: http://www.ons.gov.uk/ons/dcp171766_381512.pdf
13. Aynı rapor, s. 4’teki grafik ve tablo.
14. Bu oranı Alman Federal İstatistik Ofisi’nin (Statistisches Bundesamt) resmi web sitesinde yayımlanmış aylık üretim endeksine dayanarak kendim hesapladım. Temmuz 1995’te üretim endeksi (bu endekste 2010=100 kabul ediliyor) 78,6 iken Temmuz 2014’te 113,7 olmuş. Web erişimi: https://www.destatis.de/EN/FactsFigures/Indicators/ShortTermIndicators/Production/kpi111.html?cms_gtp=147790_list%253D1&https=1
15. ABD Merkez Bankası (Federal Reserve) rakamları; (akt.) Chris Harman, Zombi Kapitalizm, s. 302
16. Federal Reserve’un web sitesinde yer alan sanayi üretim endeksi tablosu. Web erişimi: http://www.federalreserve.gov/releases/g17/Current/table0.htm
17. Chris Harman, Zombi Kapitalizm, Marx21 Yayınları, 2012, s. 302
18. OECD Labour Force Statistics; http://www.keepeek.com/Digital-Asset-Management/oecd/employment/labour-force-statistics-2000_lfs-2000-en-fr#page290
19. Veriler TÜİK’in “İstihdam edilenlerin yıllara göre iktisadi faaliyet kolları ve dağılımı” adlı çalışmasından alındı; internet erişimi: http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=2263
20. Veriler TÜİK’in “Sanayi Üretim Endeksi (1986-2013)” adlı çalışmasından alındı; oranı kendim hesapladım. İnternet erişimi: http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=2039
21. Alex Callinicos, Marx’ın Devrimci Fikirleri, Antikapitalist Yayınları, 2009, s. 102
22. Zombi Kapitalizm, s. 303
23. Yukarıdaki gibi.
24. A. Callinicos, C. Harman; Değişen İşçi Sınıfı, s. 71, internet erişimi: http://marx-21.net/?p=651
25. Zombi Kapitalizm; s. 108
26. A. Callinicos, C. Harman; Değişen İşçi Sınıfı, s. 40
27. Age, s. 31
28. Dan Swain, Yabancılaşma, Marx21 Yayınları, 2013, s. 36
29. Veriler OECD’nin web sitesinde yayımlanan Government at a Glance 2011 isimli raporda (http://www.oecd-ilibrary.org/sites/gov_glance-2011-en/03/04/index.html?itemId=/content/chapter/gov_glance-2011-10-en) yer alan tablodan alındı. Excel dosyasının linki: http://dx.doi.org/10.1787/888932389873. Tabloda Türkiye’nin 2000 yılı oranı yer almıyor.
30. Devlet Personel Başkanlığı verileri; NTV’nin web sitesinde yer alan “Türkiye’de 2 milyona yakın memur var” başlıklı haberden alındı (http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25333848).